Hani bazı isimler vardır; bizden olup bizim mahallede oturmayan…
Bazı lezzetler vardır; bizim yöreye ait olmayan…
“İnsan alışkanlıklarının çocuğudur” sözünün bir gereği olarak, hayatı kendi konfor ve alışkanlıklarından ibaret sanan insanoğlu, yabancısı olduğu bu lezzetlere çoğu zaman önyargıyla yaklaşır. Neticede ismen bilinen fakat tadı hakkında en ufak bir fikre sahip olunmayan kavramlar ve şahsiyetler ortaya çıkar.
Tam da böyle bir isimdi İbn Haldun ve meşhur Mukaddimesi.
Nitekim asırlarca görmezden gelinmişti.
Peki, ama neden?
Bu sorunun tek ve kesin bir cevabı yoktur. Ancak şu ihtimali göz ardı etmemek gerekir: Belki de İslam tarihi, çoğu zaman zihinlerimizde canlandırdığımız kadar tozpembe değildi. Fikrî ve itikadî sarsıntıların yoğun olduğu dönemlerde, Müslümanların zihnini bulandırmak isteyen çevreler vardı. Bu ortamda İslam âlimleri, doğal olarak “mevcudu koruma” ve “imanı muhafaza etme” refleksiyle hareket etmişlerdi.
İbn Haldun’un düşüncesi ise alışılmış kalıpların dışındaydı. Tarihi, sadece rivayetlerin ve aktarımların toplamı olarak değil; toplumsal yasaları, sebep-sonuç ilişkilerini ve insan davranışlarını merkeze alan bir bakışla ele alıyordu. “Asabiyet”, devletlerin yükseliş ve çöküş sebepleri, toplumların kendi iç dinamikleri gibi meseleler, yerleşik düşünme biçimlerini zorlayan bir mahiyet taşıyordu.
Bu yönüyle Mukaddime, güvenli bulunan nakil merkezli anlayıştan farklı olarak sorgulayıcı, açıklayıcı ve analitik bir yöntem sunuyordu. Tarihi, “olanın hikâyesi” olmaktan çıkarıp “neden olduğunun ilmi” hâline getirme iddiası taşıyordu.
Böylesi bir ortamda, âlimlerin büyük bir kısmı için risk almaktansa güvenli limanlarda kalmak daha makul görünmüş olabilir. Bu sebeple İslam dünyası, kelam ve mantık alanında daha sistemli ve yerleşik çizgiyi temsil eden devasa iki büyük allâme; Seyyid Şerif Cürcânî ve Saadettin Taftazânî ile yoluna devam etmeyi tercih etmiş, İbn Haldun ise uzun süre “ismi bilinen ama lezzeti tadılmamış” bir düşünür olarak kenarda kalmıştı.
Bu noktada bir hususun özellikle altını çizmek gerekir: Seyyid Şerif Cürcânî ve Saadettin Taftazânî gibi isimler, İslam düşüncesinin omurgasını teşkil eden kelam ve mantık geleneğinin zirve şahsiyetleriydi. Onların temsil ettiği çizgi, dönemin fikrî savrulmaları karşısında inancı tahkim eden, zihni disipline eden ve ilmi muhafaza eden son derece hayati bir işlev görmüştü. Belki de mesele, İbn Haldun’un yanlış olması değil; zamanının, onun doğru sorularını sormaya henüz hazır olmamasıydı.
Bu düşüncelerle Mukaddimeyi okumaya başlamış, okuduklarım karşısında şaşkına dönmüş ve böyle bir lezzeti daha önce tatmadığım için hayıflanmıştım. Bunun üzerine İbn Haldun ile ilgili bulduğum kitapları almış, akademik çevrelerin onun üzerine yazdıkları tezleri okumuş ve önemli notlar almıştım. Kendimce bunu yeterli görmüştüm.
Ta ki iki hafta öncesine kadar…
Bir gün Zoom üzerinden konusu “İbn Haldun ve organizasyonel entropi” olan bir program yapılacağını gördüm. Konuşmacı, çok kıymetli bir akademisyen olan Prof. Dr. Mehmet Emin Usta hocaydı. Muhtemelen daha önce okuduklarımın bir tekrarı olacak düşüncesiyle katıldığım programda, hocamızın şu tespitleri karşısında adeta mest olmuştum:
“Kuruluş döneminde güçlü olan asabiyetin zamanla zayıflaması, kurumların kuruluş amaçlarından sapması, liyakatin yerini sadakatin alması, organizasyonun iç enerjisi ve direncinin bireysel çıkarlar uğruna feda edilmesi, tüm bunların doğal sonucu olarak kolektif ruhun çözülmesi…”
İtiraf etmeliyim ki, o an İbn Haldun’u yeterince tanımadığım düşüncesine kapıldım.
Bunun üzerine ertesi gün ilk iş olarak, daha önceki okumalardan aldığım notları yeniden gözden geçirip İbn Haldun’u baştan okumaya koyuldum. Ve şunu fark ettim: İbn Haldun yalnızca bizim mahallede görmezden gelinmişti.
Oysa Batı düşüncesi, özellikle modern sosyolojinin kurucu isimleri arasında kabul edilen Durkheim ve Weber gibi düşünürler, toplumu bireylerin toplamı değil; kendi yasaları olan bir yapı olarak ele alırken, farkında olarak ya da olmayarak İbn Haldun’un açtığı yoldan yürümüşlerdi.
Nitekim Arnold Toynbee, Mukaddime için “insan zekâsının şimdiye kadar ürettiği en büyük tarih felsefesi eseri” demekten çekinmemişti.
Bu yönüyle İbn Haldun, tıpkı İmam Gazâlî gibi, kendi dünyasında yeterince anlaşılmamış ama Batı’nın medeniyet inşasında beslendiği isimlerden biri olmuştu.
Elbette İbn Haldun’la ilgili yazacaklarımız bu kadar değil. Ancak bir köşe yazısı için çizilen sınırlar, bu lezzeti bir sonraki haftaya bırakmamızı gerektiriyor.