• DOLAR 34.55
  • EURO 36.015
  • ALTIN 3006.52
  • ...

Abdulkadir Turan Hoca, “Kürt Aklını Anlamak” başlıklı seri yazılar yazdı. Geçmişlerinden geleceklerine doğru bir hat çizerek, Kürtleri nasıl anlamamız gerektiği hususunda uzun uzun değerlendirmeler yaptı. Konu ile ilgili daha önce ben de yazılar yazmıştım. Belki tekrar olacak ama yeri gelmişken görüşlerimi ifade etmek isterim.

           Bilindiği üzere Kürtler kadim bir toplulukturlar. Hâlihazırda daha çok Türkiye, Irak, Suriye ve İran’da yaşayan Kürtler, medeniyetler oluşturmuş veya oluşan medeniyetlerin bir parçası olmuşlardır.

           Eski çağlar dediğimiz zaman dilimlerinde, Kürtlerden müteşekkil devletlerin kurulduğu tarihi kayıtlarda mevcuttur. Urartular veya Medler gibi. Belirli bir süre sonra İran ve Roma devletlerinin hâkimiyet sahasında kaldıklarından dolayı, tarih sahnesinden çekilmeseler dahi etkinlikleri azalmıştır.

            Kur’an’ın Rum Suresine konu olan bu savaşlarda üstünlük bazen İran’ın bazen de Roma’nın olmuştur. Fakat iki devlet arasında bir tampon bölgede yer alan Kürtler, her daim ezilmişlerdir.

           Abdulkadir Turan Hoca, söz konusu yazılarında Kürtlerin huzur içerisinde yaşamak istediklerini, müesses nizama genellikle itaat ettiklerini belirtiyor. Bu özelliklerinden olacak ki Roma ve İran arasında gidip gelmişlerdir.

           Bu anlamda bu iki devletin baskısını iliklerine kadar hissetmiş ve kanaatimce bir nebze sindiklerinden, Turan Hoca’nın bahsettiği o huzuru arar duruma gelmişlerdir. Ta ki İslam orduları ile tanışana kadar. İyad bin Ğanem komutasındaki İslam orduları bölgeye geldiklerinde, bölge halkı ile yaptıkları Ruha (Urfa) anlaşması gereği, fetih hemen hemen kansız gerçekleşti.

           İslam ile et ve tırnak gibi olan Kürtler, teslimiyet hususunda muazzam bir örneklik teşkil ettiler. İslami devirlerde Şeddadîler, Mervanîler ile tekrar devletleşme safhasına geçip, Eyyubîler vesilesi ile İslam ümmetine önderlik makamına kadar yükseldiler. Haçlılar tarafından işgal edilen Kudüs’ü ikinci kez fethederek, İslam tarihinde mümtaz bir yer edindiler.

            Hem yeni din onların yapılarına çok uygundu. Kürtler ismen tanınıyorlardı. Medreselerde kendi dillerinde eğitim öğretim yapıyorlardı. Bu sayede İslami Kürt kültürü ince bir kavrayış ile eserler veriyordu. Melayê Cizîrî gibi edebiyatın köşe taşları yetişiyor, Ebu’l-İzz el-Cezerî daha o yıllarda robotvari düzenekler yapıyordu. Aralarında yetiştirdikleri âlimler vesilesi ile fıkıhta ümmete yol gösteriyorlardı.

            Osmanlının yıkılışının ardından kurulan Cumhuriyet yönünü Batı’ya çevirince, Kürtler yeni durumu Şeyh Said ile kabullenmeyeceklerini bildiriyorlardı. Kürtlerin geçmişlerini bilenler onların güç-itaat dengesini de biliyorlardı. Bu yüzden buldozer gibi Kürtlerin üzerinden geçerek tarihte ender rastlanan kıyımlar gerçekleştirdiler.

            Bunca zulmün sonucu doğan PKK, aynı yönteme başvurarak şiddet ile Kürtleri itaate almak istedi. Bundan dolayı köy cezalandırma yöntemlerine başvurarak; kadın, kız, çoluk çocuk, yaşlı, genç binlerce Kürdü katlettiler. Çünkü Kürtlere hâkim olmanın yolu şiddetten geçiyordu. Bu tespite göre; Türkiye’de rejimin Kürtler arasındaki hâkimiyeti şiddet temelli olduğundan, aynı yönteme müracaat etmek gerekiyordu.

Kısacası; “Kürtler güç, kuvvet sahibi olanlardan yana tavır koyuyorlar” denilerek, Kürt kanını akıtmanın gerekçesini ortaya koyuyorlardı. Ne kadar kan o kadar hâkimiyet şeklindeki tespite dayanan bu görüş, 1984’ten bu yana katledilen bütün Kürtlerin kanının uğruna heba edildiği görüştür.

Kısacası bu güne kadar Kürtlere hâkim olanlar onların kanını döktü. Bunun bir istisnası İyad bir Ğanem ve bölgenin fethini gerçekleştiren İslam ordularıdır. Kanaatimce Kürtler hala o büyük komutanın varislerini aramakta ve beklemektedirler.