Abdullah Öcalan, 68 kuşağının solcu öğrencilerinden etkilenmişti. Komünizmin fantezileri ona da tesir etmişti.
Ama onu diğerlerinden farklı kılan unsur, mümbit bir toprakta mücadele edecek olmasıydı. Çünkü Cumhuriyet rejimi Kürtlere çok eziyet etmişti. Çekilen çileler birikmiş, yoğrulmuş ve yağı üste çıkmıştı. Bütün bu yağı yemek, PKK’ya nasip olacaktı.
Kesire ile evlenen Öcalan, MİT tarafından kullanılabilecek kıvamda idi. Kesire’yi anmamızın sebebi babasının kuvvetle muhtemel olan MİT ile iltisakıdır.
O sıralar Türkiye ve özellikle Kürt illeri solcu örgütlerin cenneti sayılırdı. Fikirsel bazda kendi aralarında da tartışmalı olan bu örgütlerin arasına bomba gibi düşen Apocular, şiddet ile Kürt mahallesinde alan kaptılar.
Suriye, Irak, İran ve Batı’dan aldıkları destekle sorunu uluslararası platformlara taşıdılar.
Bütün bunlar olurken ara ara Öcalan, gazetecilere röportajlar veriyordu. Çok garip şeyler söylüyordu. Barıştan, demokrasiden, kardeşlikten, birlikte yaşama kültüründen dem vuruyordu.
Bunca katliama imza atan; işi gücü insan öldürmek olan; Kürt illerinde kendisine muhalif gördükleri aşiret, tarikat, korucu, örgüt veya cemaatlere karşı acımasız bir savaş yürüten; yollara mayın döşeyerek kör bir şiddet uygulayan; kadın-kız, çoluk-çocuk, genç-yaşlı demeden katliam yapan bir örgütün lideri; barıştan, börtü-böcekten bahsediyordu.
Örneğin; Fatih Altaylı’ya verdiği röportajda, kendisinin halis muhlis bir Anadolu çocuğu olduğunu, Urfa’daki köyünü yeşillendirmek istediğini, Avrupa’daki bazı park-bahçelerden örnekler vererek anlatıyordu. Ayrıca Ankara’daki çay bahçelerinde bira içmek istediğini dile getiriyordu.
Bu arada teheccüd namazına kalkan bazı Kürt sofiler, ellerini kolları ile birlikte havaya kaldırarak, Öcalan’a dua ediyorlardı. Cumhuriyet tarihi boyunca ezilen ve bir şekilde mazlumiyetlerini dile getirecek bir hareketin ortaya çıkmasını bekleyenler, komünist olsa dahi onlara dört elle sarılmaya hazır bir kitleyi teşkil ediyorlardı.
Mazlum, mütedeyyin, kanaatkâr olan bu kitlenin çocukları, bir süre sonra dinlerinden nefret eder hale gelecektiler. Kimse bunun farkına varmıyordu. Çünkü büyük bir kıyımdan çıkmışlardı. Yaşanan acılar, Öcalan’ın komünistliğini veya MİT’e aparat olduğunu öteliyordu.
Ali Fırat kod adı ile yazdığı köşe yazılarındaki garabetleri kimse önemsemiyordu. Kitaplarında, Allah ile ilgili sözleri, Kürtler arasında gerekli yankıyı bulmuyordu. Halbuki söylenenler az buz şeyler değildi.
Son olarak Abdullah Öcalan, Demokratik Cumhuriyet söylemi ile sadece Kürtleri değil, Türkleri de demokrasiye kavuşturacak bir vizyon ile ortaya çıkmış durumdadır.
Varsın bizim Kürt sofi, hala kendi hücresinde, iki avucunu yukarı tutup, onların zaferi için dua ededursun. Fakat özellikle Abdullah Öcalan her seferinde, bir karpuz gibi ikiye bölünmek istemediğini, söyleyip duruyordu. Sonunda toslanan gerçeklik, Kemalizm’in Kürt versiyonu oldu.
Ama Kürt insanı bir türlü işin bu boyutunu görmek istemedi. Baştan beri amaç buymuş diyemedi. Söylenen sözleri yeterince tartışmadı. Durumu fark eden aydınların cümlelerini önemsemedi. Şimdi ise sağda solda; “Ben ailemden beş kurban verdim. Eeee sonuç ne oldu şimdi?” diye alttan alta sorup duruyor.
Kusura bakmayın ama her şeyi önceden söylüyorlardı.