İbn Haldun ile başlayan psikoloji ve sosyoloji merakım, Nedim el Cisr’in ‘’İlim, Felsefe ve Kur’an Işığında İman’’ ve Jostein Gaarder’in ‘’Sofinin Dünyası’’ adlı eserleriyle felsefeye doğru kapı araladı. Ardından yaptığım bir dizi okuma sonucunda, ünlü Alman ilahiyatçı Gottfried Leibniz ve onun "Teodise" kavramıyla tanıştım. Ancak doğrusunu söylemek gerekirse, bu kavramı anlamakta zorlandım.
Bunun üzerine, Teodise kavramını kapsamlı ve derin okumalar yapmadan tam olarak kavrayamayacağım kanaatine vardım. Belki de bu kavramı daha iyi anlayabilmek için, kötülüğü metafizik âlemden indirip fizik âleminde değerlendirmeliydim. Zira kötülüğü yalnızca metafizik düzlemde bırakmak, kötü eylemlere meyilli insanların sorumluluktan kaçmasına zemin hazırlayabilirdi.
Bu düşünceyle, Bauman, Zimbardo, Eagleton, Arendt, Milgram ve daha birçok yazarın eserlerini inceleyerek, kötülüğü yavaş yavaş anlamaya ve anlamlandırmaya başladım. Bu okumalar neticesinde ilk kez "örgütlü kötülük" ve "bürokratik kötülük" gibi kavramlarla da tanışmış oldum. Bu kavramlar, sistemin karar verdiği, kurumların uyguladığı; fakat hiç kimsenin suçlanmadığı ve suçluluk duygusu hissetmeyen bir kötülük türünü ifade ediyordu.
Aklıma Montesquieu’nun şu çarpıcı sözleri geldi: "Tımarhânedekiler, dışarıdakiler kendilerini akıllı sansın diye içeri tıkılmış bedbahtlardır." Buna benzer, kimin söylediğini hatırlayamadığım şu cümle de dikkat çekicidir: "Hapishaneler, dışarıdakiler kendini suçsuz sansın diye yapılmıştır." Bu sözler, bizlerin kötülüğü, gündelik hayatta işlenen bireysel suçlar olarak görme eğilimine bir gönderme yapıyor. Bunun insan psikolojisi üzerinde şöyle bir etkisi olabilir mi? "Eğer yaptıklarım kötü olsaydı, ben de şimdi hapishanede olurdum."
Peki, nedir bu bürokratik kötülük?
En azından yukarıda bahsettiğim yazarlardan anladığım kadarıyla, bürokratik kötülük; iradesi mekanikleşen, yaptığı eylemleri kötülük olarak görmeyip yalnızca talimatlara uyan, merhamet ve vicdan kavramlarının yerini prosedürlerin aldığı bir işleyiştir. Bu işleyişte birey, sadece önüne gelen dosyaya imza atan ya da bir füze düğmesine basan kişi olarak, olası sonuçlardan sorumlu olmadığını düşünür. Bu tür bir sistemde; "ulusal güvenlik," "terörizm" vb. maskeler kullanılarak, insani ve ahlaki bütün değerler saf dışı bırakılır. Bu sebeple, en vahşi katliamlar bile sıradanlaştırılır.
Hannah Arendt’in de belirttiği gibi: “Büyük kötülükler, büyük canavarlıklarla değil, büyük düşüncesizliklerle işlenir. Eichmann (Nazi subayı) bir şeytan değildi; görevini eksiksiz yerine getirmekten gurur duyan bir memurdu. ‘Ben sadece emirleri uyguladım’ cümlesi, bütün bir bürokratik kötülüğün manifestosu gibidir.”
‘’Uluslararası insan hakları örgütlerinin raporlarına göre, Gazze’de yaşananlar; kararların hiyerarşik, mekanik ve sorumluluğun dağılmış biçimde alınması nedeniyle birçok akademisyen tarafından ‘bürokratik kötülük’ örneği olarak nitelendirilmektedir.’’ Sudan’daki vahşet de benzer şekilde, modern bürokratik yapılar içinde sorumluluğun görünmezleştiği ve şiddetin rutin işlemlere dönüştüğü bir mekanizmanın güncel örnekleri arasında gösterilmektedir.