Geçenlerde bir eğitim kurumunu ziyaret etmiştik. İdareciliğin zor olduğunu, düz memurluğun daha rahat olduğuyla ilgili konu açılmıştı. O kurumda idareci olan bir arkadaş şu ifadeleri kullanmıştı: “İdarecilik zordur, herkes bunu kabul etmez, bunu kabul edenler ise ya “dava” için ya “tava” için bu makamda bulunurlar” demişti.

Bu ifade hepimizin dikkatini çekmişti. Söyledikleri bir hakikati barındırıyordu. Dava için idareciliği seçenler kısa bir zamanda bulunduğu kuruma kendi davasının rengini verebiliyor. Aynı şekilde menfaati temsil eden tava için idareciliği seçenler de arzusu yönünde bulunduğu kurumda bir alan oluşturuyor.

Son yıllarda hem iktidar makamları, hem yerel yönetimler, hem de farklı kurumlarda bulunanların bu hali herkesin dikkatini çekiyor. Kim nerede ne için bulunuyor?

Dava ismiyle hareket edenler çoktur ama o kalıbı dolduran insan sayısı parmakla gösterilebilecek kadar azdır. Yığınların içerisinde hayatının merkezine davasını oturtmuş insan sayısı fazla değildir.

Fakat hayatının merkezine davasını yükleyenler, bir kitleyi arkasında sürükleyebilecek kadar azimlidir. Bu insanlar kendini davasına vakfederler, gayeleri ve idealleri için yaşarlar. Lakin dava ruhunu taşıyanların hayatı, kendi hevesleri değil, ideallerinin gerektirdiği bir hayattır. Onların kalbi, ruhu ve akılları bu yaşam tarzına göre şekillenir. Yani bunlar kendi sorumluluğunu bilen “dertli” insanlardır.

Dava adamı hangi makamda olursa olsun, o makamı kendi davasına bir araç olarak görür. Çünkü biliyor ki iman davası kadar azametli bir dava bir daha yeryüzüne gelmeyecek. Bu dava uğruna çalışan ve bu dava uğruna şehit olanların şerefine denk bir şeref olmayacağını çok iyi biliyor.

Bunun içindir ki “dava adamları” ve dava adamı kılıfındaki “tava adamları” arasında çok farklı amaçlar vardır. Birisi tüm çalışmalarını iman davası üzerine bina ederken, diğeri boş zamanlarında bir şeyler yapıyormuş gibi görünüp tavaları elde etme derdindedir. En ufak sıkıntıda da etrafındaki herkesi kırma ve silme meylindedir.

Oysa dava adamının dünyasında “kırılma” ve “darılma” kelimelerini bulamazsın. O sadece ilahi rızayı ve davanın selametini düşünür. Kendi kardeşlerini kendinden üstün bilir ve dünyanın hiçbir menfaatini davasından üstün görmez. Bu konuda üç sembolü kalbinde taşır: En değerlisi, en fedakârı, en kahramanı…

1-En değerlisi; Kâinatın müsebbibi Peygamber efendimizin “Sağ elime güneşi, sol elime ayı verseler bu davadan vazgeçmem” ifadelerini hayatının merkezine taşıyandır dava adamı.

2- En fedakârı; Yermük savaşında yaralanan sahabelerden Haris, İkrime ve Süheyl’in yaralı halde ve ölümle yüz yüze iken birbirine ikram ettikleri suyun tekrar dönünceye kadar üçünün de şehit edilmesini hayatının merkezine taşıyarak kardeşlerine karşı fedakârlık abidesidir davetçi.

3- En kahramanı; Uhud savaşında kılıç darbeleriyle kollarını kaybeden ve hala sancağın düşmesine izin vermeyen Mus’ab bin Umeyr edasıyla davasının izzetini koruyandır davetçi.

Sonuç olarak; dava adamı dünyayı aşmış ve tüm konumlarda tek hedefi davasıdır. Tava derdine düşen, koltukların peşinde koşan kişiler gibi değildir. Kendi davasını bir tavaya satacak kadar seviyesi düşmeyendir gerçek davetçi.