Dördüncü gidişimle görüp düşündüklerim, hisse olarak kaydettiğim Avrupa’yı yazmaya devam.. Dert ve dersimiz olsun!..

Aslında neyi nasıl yazacağımı da pek kestiremiyorum. Devletin halkından mı bahsedeyim, halkın devletinden mi? Kim, kime daha egemen? Sosyal ve siyasi hayatın çarkını kim, nasıl çeviriyor? İşin burası önemli.

Halkın geçim derdinin sancısıyla hanesini endişelendiren, komşusuna, uğradığı sosyal ortamlara derd-i maişetini anlatıp onlardan yaşamın devamı için bi-şeyler koparmaya çalışan mustarip insanlar görmedim. Kaldı ki orda bu anlatılacakları dinleyecek insan da olmaz(!) Anlatılacak dert olsa belki çözebilecek insan da çıkabilir. İnlemenin olmadığı yede dinleme de olmaz!.. Belki de bundan(!)

Her vatandaş belli bir eğitimden geçmiş. Bu toplumun temayülü, imkân ve kabiliyeti; eğitimin daha ilk ve orta kademelerinde belli ki belirlenmiş!.. Nereden mi bildim? Bastığım yerden, girdiğim binalardan, yol ve köprülerinden, havaalanlarından, arazinin kullanılmasından… bildim.

Yeğenim Mehmed namı diğer Keleş’le şehrin dışına, ekili dikili alanlara, bağ bahçeleri… geziyoruz. İşin ustası olmuş. Gösterdiği alanlar, alınan hasılat, bahçelerin budanması… Her şey hayran bırakıyor. Avrupa’nın bu düzen, disiplin, eğitim ve aklını imkânlarının üstünde anlamış. Memleketteki maneviyatını koruyabilmiş, çocuklarına da fazlasıyla aktarmış. Onların eğitimine özenmiş, hayli maddi imkânlar da elde etmiştir. Bir neslin hikâyesi ve tam bir başarı hikâyesi…

Bütün bunlarda, yarınlara hitap eden dünkü Avrupa aklını anladım.

Yetkin hocamızla da eğitimi konuşuyoruz. “Üniversiteyle lisenin pek farkı yok. Maaş, özlük hakları aynı...” diyor. Üzülüyorum!.. Günter Wallraff’ın “En Alttakiler” romandan(1985) günümüze kadar değişmemiş, bizdeki makûs maziyi kendi Avrupa’sına taşıyan bir “üçüncü neslimizin” olduğunu da görüyorum. Üzülüyorum.

Çarşı Pazar meydanları, kaldırım ve bunların altlarından geçen hizmetler... belli ki her hükümet veya belediye başkanıyla beraber kazılıp yazboza çevrilmemiş. Giden yapmışsa gelen ede bozmamış, bozmak zorunda kalmamış!.. Devlet aklının çok düşündükten sonra bir işe giriştiği, sonradan gelen iş ve hizmetlerin, öncekilere ayak bağı olmadığı ortada.

Devlet aklının ilk tecrübesi, en son tecrübeye güç katacak şekilde yapılanmış, ilk adımını da öyle atmıştır. Devlet olsun, vatandaş olsun herhangi birinin herhangi bir alanda atacağı adım, yapacağı bir iş; diğer bir alana takoz olmamış.

Yani yasaya rağmen herhangi bir güç, etkili veya yetkili çıkıp “tamam öyle olsun ama bir daha asla!..” ya da “tamam ama duyulmasın” veya “bunun bir bedeli olacak elbet” veyahut da “Bakalım, bir yolunu buluruz!..” dememiştir. Diyemez de!..

Siyaset ve siyasetçi belki de bu yüzden çarşı pazarın umurunda olmamıştır. Bir siyasetçiyle herhangi bir yerde buluşmanız sıradan işlerin bile dışında. Seçilen hangi parti olursa olsun, vatandaşın işinde ve yaşamında değişen bir şey olmaz.

“Seçim ne zaman… Kim kazanacak… arkadaş veya komşuyu şu partiye oy vermeye çabalamak, kime oy verdiğini merak etmek...” gibi bir sorun yok.

Malum, bizde bu işler sorunun dışında dert ve davamız da oluyor. Çünkü birinin verdiği bir hak, bir diğer iktidar tarafından geri alınabilir hatta suç bile sayılabilir!

Devletin ahlak bekçiliği yapmadığı da görülebilir. Zina, esrar kullanımı manisiz...

Belli ki “bir kesim insan da zıvanadan çıkıp sorun olacağına varsın uyuşsun, düşünemeyen, soru sormayan bitkilere dönsün..” diyen bir devlet aklı da var.

“Öz yurdunda garip, öz yurdunda parya..” olan bir halk gördüm mü? İnsanoğlu acili ister. Avrupa’da da mutlaka var ancak İslam diyarındaki gurbeti düşündükçe; Batıdakinin bize göre vuslat olduğuna da inanıyorum vesselam. (Devam)