Tatil vesilesiyle Avrupa’daydım. Orda; “rüyalarımızı süsleyen Avrupa’yı, ‘Uç Beylerimiz’ dediğim Müslüman demografiyi, Vahyin Anakarasını yani hal-i pür-melalimizi, daha da önemlisi Gazze’yi…” aradım, tanımaya çalıştım.
Şunu da itiraf etmeliyim: Orda arayan bulur; Mevla’yı, Leyla’yı, belasını da!..
Ben de buldum!.. Onları anlatacağım. Anlatırken; zülf-i yâre az dokunacağız. Kardeşlerim kusura kalmasın.
11 bin metrenin üzerinde, Avrupa’nın derinliklerinden süzülen yeşil Tuna’ya, mağrur Ren nehrine baktım. NFK’nın sorduklarını sordum:
“Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna;/ Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna?”
Gözlerim buğulu!.. “Devleştirilmiş Cücelerin dokunulmaz..” dediği asırlık düsturları; taş ve tahtadan adamları; her hallerine vurulduğum birbiriyle çatıştırılan ayrıştırılmış kardeşlerimi aşarak gidiyorum!..
“Bilmiyorum ne haldeyim!” Yeşil pasaportumla, uçakla saatlerdir uçuyorum ama hala “akıncıların, serdengeçtilerin, Tiryaki Hasan Paşaların… naralarının, kılıç şakırtılarının, at kişnemelerinin..” inlettiği toprakların üstündeyim!.. Kıtanın diğer ucuna dalıyor gözlerim! “İspanya’da Tarık bin Ziyad’ın yaktığı gemilerini; ‘arkalarındaki düşman gibi bir denizi, önlerindeki deniz gibi bir düşmanı’ aşan orduları…” arıyorum!..
İçimde kaynayan bir mahşer!.. Mazinin o muzaffer seslerine kapıldıkça kapılıyorum!..
Eşim; “Daldın yine.. Burada mısın?..” diyerek ellerini gözlerimin önünde sallarken rüya bitiyor. Kaç arama taramadan geçmiş uçaktaki endişeli bir yolcu olarak kendime geliyorum!.. Yüzyılın gerisine, 2025’lere!..
Almanya’nın Stuttgart şehrindeyim. Eniştem, aynı zamanda bir insanî yapılanmanın Avrupa temsilcisi teknik eğitimci Rıdvan Akyol Hocam bizi karşılıyor…
Ziya’nın mısralarıyla konuşuyorum:
“Diyar-ı Küfr’i gezdim beldeler kâşaneler gördüm/ Dolaştım Mülk-i İslam’ı bütün viraneler gördüm!”
Uçakta gördüğüm tarım ve ormanlık alanlar, derli toplu irili ufaklı yerleşim birimleri, şehirleşme alanları dikkatimi çekiyor. Yerleşim merkezlerinin bitişiğine kadar uzanan tarım ve ormanlık alanlarını görebiliyorum. Bizdeki yani Diyar-ı İslam’daki gibi gelişigüzel yağmaya açılmış ormanlık ve ekili alanlar yok. Belli ki toprak, hakiki anlamda korunmuş. Ekili alanlarda beton yığını meskenlerin istilası yok.. Belli ki adalet, güce karşı ezilmemiş, güce ve güçlüye hükmetmiş!..
Hocamız, yol boyunca anlatıyor.
Yoğun ama bir o kadar da kusursuz akan trafiği; bacası tüten sanayiyi, o çarkı çeviren emekçileri; tarım ve ormanlık alanları; güven veren binaları, binalardaki kusursuz işçiliği; dünyada da kabul gören markaları; ülkedeki alt ve üst yapıyı; tavizsiz işleyen yasa ve bürokrasiyi… detaylıca anlatıyor.
Bizdekiyle kıyaslıyorum… Bir yerlerde bir şaka, bir abartı olmalı diyorum! İnanasım gelmiyor. Keşke Yusuf’u yiyen kurtlar misali yalan olsaydı derim ancak manzara ortada!..
Büyüleniyorum!.. “Hakk’ın ve ona giden akl-ı selimin yolu bir” diyorum kendi kendime!
Soruyorum! “Hal buyken; iki tane Dünya savaşı; öncesinde de 30 Yıl Savaşları, 100 Yıl Savaşları gibi Avrupa’yı yerle bir eden acı ve dramları yaşamış bir Avrupa, neden Ötekilerin Dramına duyarsız?
Gazze Masumiyet Destanı ve Aksa Tufanı’nın harekete geçirdiği “küresel vicdan, inanç, iz’an ve adaletin” Batı’da neden sadece halklarla sınırlı kaldığını; Batı’daki “devlet aklının” neden harekete geçmediği; neden kendi halkının gerisinde kaldığı; meydanlardaki küresel vicdanın sesini nasıl duymayabileceğine..” hayret ediyorum!
Bu kadar savaşın acı ve yıkımlarını yaşamış Avrupa’ya böyle bir duyarsızlığı yakıştıramıyorum doğrusu(!)
Soru içinde soru ancak cevaplara tatmin olamıyorum. Endişem var.
“Âdem’i cennet nimetlerinden eden İblis, bu lanetin arzdaki varisi Siyonizm’in işi olmasın?” diyorum. Hani şu koca Amerika’ya hükmeden terör yapılanması!..
O Lanet’in Avrupa’daki imkan ve kabiliyetlerini anlamak için Batı’daki “siyaset, sermaye ve medyayı..” konuşuyoruz. Wesselam.
Not: Gelecek yazıda Mela Mücahid Hoca’yla Avrupa’ya devam..