Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu’nu takip etmeye devam ediyoruz: Komisyonun 4. ve 5. toplantısında davet edilen Diyarbakır Anneleri, Cumartesi Anneleri ve Barış Anneleri dinlendi.
Diyarbakır Anneleri ve Cumartesi Annelerini temsilen konuşanların bağrı yanıktı. Kimi evladını kimi babasını kayıp vermişti. Ama Barış Annelerinin, PKK’nın marksist ideolojik temsilcilerinden farksız konuşmaları “Analar ağlamasın” söyleminin çok uzağında duruyor gibiydi.
Ancak Barış Anneleri’nin, Türkçe konuşabilseler de kendilerini daha iyi ifade edeceklerini belirttikleri ana dilleri olan Kürtçe konuşmalarına hem de Milletin Meclisi olan bir yerde müsade edilmemesi ülkemiz için büyük bir ayıp… Her alanda gelişen Türkiye'nin insani haklar noktasında böylesi bir geri kalmışlıkta diretilmesine üzülüyor insan..
Dün 954. Zafer yıldönümünü idrak ettiğimiz Malazgirt’ten Çanakkale’ye tarihin her safhasında düşmana karşı her daim Türk-Kürt ırk ayırımı yapmadan İslam üst kimliği üzerinden ülkeyi savunan bu kardeşliğin bugün yaralı halde durmasının müsebbibinin Kemalist ırkçı zihniyet olduğu ve çerçevesi dış güçlerle belirlenip darbecilerce yazılmış anayasanın hala değiştirilememiş olmasından kaynaklandığını bir kez daha ifade etmekte yarar var.
Öz çocuklarının yaşadıkları sıkıntıları birer cümleyle anlatan Barış Anneleri’nden üç temsilci kadının da konuyu dönüp dolaştırıp her seferinde “Sayın Öcalan’a uygulanan tecrit kaldırılmalıdır. Serbest bırakılmalıdır. Gelip mecliste siyaset yapmalıdır.” sözleriyle örgüte bağlılıkları ve Apo’yu adeta takdis etmeleri hayret vericiydi.
Bu kadınların Öcalan'ın salıverilmesini istemeleri normaldir, hatta Meclis’te siyaset yapması gerektiğini savunmaları dahi anlaşılabilir.. Ancak Öcalan'ın, PKK'nn, Kürt halkının temsilcisi olduğu şeklindeki iddiaları kabul edilebilir değil..
Cumartesi Anneleri’ni temsilen konuşan Besna Tosun ise tüm konuşması boyunca yaşadıkları zulümleri ağlayan gözler ve titreyen sözlerini salonda birçok milletvekili gibi gözyaşları içerisinde dinledik.. Besna hanım kimdir, inancı nedir bilmiyorum.. Bildiğim; kişi mazlumsa eğer, dini ve dili sorulmaz..
Malum şahısların “Beyaz Toros”larla işledikleri cürümlerin merkezi Güneydoğu illeri olsa da Besna Tosun’un babasını 95’te İstanbul Avcılar’dan alıp götürmüşler. Aradan 30 yıl geçmesine rağmen hala ne izine ne de cesedine dair bir bulgu yok. O zamanlar 11 yaşında olduğunu ifade eden Besna, ailesinin yaşadığı zulmün babasıyla sınırlı olmadığını gözyaşları içerisinde anlattı komisyon üyelerine..
Babasının kaçırılmasından iki yıl önce de 1993’te Diyarbakır’ın Lice ilçesinde bir köyde imam olan dedesi, JİTEM tarafından evinin yakılmasına karşı çıktığı için evinin içerisinde namaz üzerindeyken kurşunlanarak katledilmiş..
Besna ve ailesinin yaşadıkları acı kor’un, bir dönem binlerce insanın evine düşen ateşle aynı olduğunu, bu ülke insanlarının dilini, kültürünü değiştirdikleri, kutsallarına el uzattıkları, alimlerini asarak on binlerce kürd’ü çoluk çocuk demeden katleden tek parti iktidarının kirli katil zihniyetinin ürünü olduğu yadsınamaz bir gerçektir.
Ve bu kirli zihniyetin doğurduğu PKK’nın 90’larda köylere inerek halktan zorla erzak topladığı, genç kızlar ve erkeklerini dağa kaldırdığı.. Ardından askerin gelerek neden PKK’ya yardım ettiklerini ve gençlerini dağa gönderdiklerini belirttikleri iki arada kalan köylüleri şehirlere sürdükleri, köylerini yaktıkları zulüm dönemlerdi.
Bugün o günlerin tüm izleri silinmeye çalışılıyor. Kapatılan köyler ve meralar tekrar sahiplerinin yerleşebilecekleri güvenli alanlara dönüştürülüyor. PKK’nın silah bırakma girişimi de eğer ki farklı bir arka planı yoksa barışa giden bu süreci nihayete erdirecek inşallah.
Gelinen aşama itibariyle Besna gibi babası, eşi, kardeşi, çocuğu kayıp bireysel olaylarla birlikte toplumsal bir travmaya dönüşen Dersim, Zilan katliamları, Şeyh Said, İskilipli Atıf hoca ve daha birçok alim için devlet özür dilemeli. Failleri, mezar yerleri açıklanmalı, yargılanmalı ve tüm hakları iade edilmelidir.
Komisyona etki eden bir diğer taraf ise Diyarbakır Anneleri’nin evlat nöbetiydi..
Diyarbakır anneleri adına PKK/DEM’e seslenen Ayşegül Biçer, hiçbir annenin kendi çocuğunu toprağa vermek ya da dağlarda aramak zorunda olmadığını belirterek “Evlatlarımızı geri verin, onları siyasetin, ideolojilerin, silahların malzemesi yapmayın. Bizim evlatlarımız bu ülkenin geleceğidir. Onların yeri annelerinin yanıdır.” diye konuştu.
6 yıl önce Hacire ananın Diyarbakır HDP İl Binası önünde başlattığı oturma eylemiyle başlayan Diyarbakır analarının mücadelesi bugün 358 ailenin evlat nöbeti bekleyişiyle sürüyor. Tüm anaların ortak sorunu ve söylemi; evlatlarının HDP (DEM partinin bir önceki ismi) il yönetimleri aracılığıyla ya kandırılarak ya da kaçırılarak dağa götürüldüğü yönünde..
Şu ana kadar bu çadırdaki 62 aile, evladına kavuşurken geri kalanların ölü mü sağ mı, akıbetleri bilinmiyor.
Olaya dışarıdan bakanlar, dağa çıkanların koca koca adamlar ya da kadınlar olarak özgür iradeleriyle çıktıklarını zannedebilir ama öyle değil. Bu ana-babaların evlatlarının yolunu gözlediği çadırı ziyaret edip kendilerini dinlediğinizde, çocuklarının 15-17 yaşlarında sürüklendikleri ortamlarda kendilerini neyin beklediğini kavrayamayacak yaşlarda dağa çıkarıldıklarını öğrenebilirsiniz. Kimisi lise yıllarından, kimisi üniversite sıralarından kimi de köyünden zorla götürülmüş..
Küçük yaşlardaki kızların dağlarda istismar ve iğfal edildiklerine dair yine PKK içinden ciddi itirafları okumuş, duymuşsunuzdur.
17 yaşındayken örgüte katılan “Nirvana” kod adlı PKK militanı kadının teslim olduktan sonra yapmış olduğu itiraf, PKK’nın kirli iç yüzünün çok küçük bir yanını tanımamıza olanak sağlıyor;
“Örgütün tüm organları içinde geçen yıllarımda, kadınların uğradığı taciz ve tecavüzleri gördüm ve kendim de yaşadım. Örgütün ve erkek üyelerinin kadına bakış açıları fikri tüm bağlarımı kopardı. Yaşadığım ve gördüğüm cinsel tacizlere dayanamayınca, artık örgütte kalamayacağımı ve kendime çektirdiğim cezanın yettiğini düşünerek kaçtım.”
Dağlarda mağaralarda yaşadıkları her türlü zorluk ve istismar sonucu kaçarak kurtulanlar, teslim olup ne kadar yıl cezaevi yatacakları bile umurlarında değil. Çünkü kendilerini, türlü istismara uğradıktan sonra infaz edilenlerden şanslı hissediyorlar..
Mesela; 2011 yılının Kasım ayında PKK’ya yakın haber sitelerinde çıkan bir haberde Şilan Uğur, Leyla İkincisoy, Hazine Şeker, Leyla Gündoğdu ve Miyaser Marangoz adlı PKK’lı kadınların jeneratörden sızan gazdan zehirlenip “şehid” oldukları yazıyordu. Ancak gerçeğin öyle olmadığı, Jiyan kod adlı PKK’lı bir kadının itiraflarıyla ortaya çıkmıştı. Jiyan, 5 kadın örgüt elemanının kaçarken yakalanıp, işkenceli sorgu sonucu öldürüldüklerini itiraf etmişti.
Buna benzer sayısız örnekler var. PKK kurulduğu günden bugüne binlerce örgüt yöneticisi, üyesi, sempatizanını hep aynı gerekçelerle, “önderliğe başkaldırı”, “ajan-provokatör”, “hain”, “iş birlikçi” gibi suçlamalarla infaz etmiştir. Ve bu infazları PKK’nın kendi yaptığına dair itirafları da bizzat PKK’dan kaçanlar veya yakalananların itiraflarından öğreniyoruz.
Örgüt, dağda şehirde sürekli militan kaybedince örgüte eleman teminini cinsel objeyi kullanarak sağlama yolunu kullanmaya başladı. Aslında sol örgütlerin çoğunda bu strateji halen bile uygulanıyor. PKK’da kurulduğu günden bugüne uyuşturarak kaçırdığı veya kandırarak dağa götürdüğü kızları, silah altına alacağı erkekler için adeta bir çekim merkezi haline getirdi.
Çiğdem isimli PKK’lı bir kadın militan, örgütten ayrıldıktan sonra 2008’de kendisiyle yapılan bir mülakatta kadınların PKK içerisindeki varlık nedenini şöyle açıklıyor;
“Ben örgütten ayrıldığımda kadınlar konseyde erkeklerle hemen hemen eşit düzeyde temsil ediliyorlardı. Üst düzeyin bazen üçte ikisinin kadın olduğu zamanlar oldu. Neden eşit düzeyde bir temsil çabası vardı bunu hep düşünmüşümdür. Bunu yapıdan ayrıldıktan sonra daha iyi anlayabildim. PKK kadınları örgütte tutmak istiyordu. Çünkü kadınların örgütten ayrılması erkeklerin de örgütten kopuşunu hızlandırıyordu. Ancak bu temsil düzeyine rağmen karar alma süreçlerinde kadınlar yoktu. Çünkü yine kararı erkekler veriyordu. Murat Karayılan, Cemil Bayık ve Duran Kalkan veriyordu. Kadınların durumu göstermelik ve sembolik bir durumdu.”
Dağa kaçırılan kızların istismar edildikleri gerçeğinin yanı sıra örgüt içerisinde yer aldıkları olmazsa olmaz görevleri de var.
Dağa götürülen kızlara aileyi, örf ve ananelerini yok saydıran, İslam’a düşman Marksizm ideolojiyi benimseten bir eğitim verilir. Ardından rutin görevleri; yemek yapma, erkekleri eyleme motive etme ve örgütten kaçmalarını engelleme gibi görevlerde bulunurlar. Şehir içi görevlerinden öne çıkanlar ise bilgi toplama ve PKK’ya yeni eleman kazandırma şeklinde..
Daha duygusal olmaları ve erkeklere oranla her yere daha rahat girebilmeleri dolayısıyla intihar eylemleri için sık tercih edildikleri, geçmişten günümüze yapılan eylem istatistiklerine de yansımış durumda.
PKK’dan kaçarak teslim olan “Amara Digor” kod adlı PKK militanı kadın; Duran Kalkan ve Murat Karayılan gibi örgütün sözde yönetim kadrosunda bulunanlar tarafından istismara uğradığı konusunda şikâyetçi olan kadınların kamplarda PKK tarafından oluşturulan sözde mahkemelere çıkarılarak ajanlıkla, iftira atmakla ve hatta yalan söylemekle suçlanarak infaz edildiğini ifade etmiştir.
PKK’ya ait kanallarda TSK’nın bombardımanı sonucunda öldüğü iddia edilen 26 yaşındaki Rabia Kaya isimli kadın PKK’lının yapılan otopsi raporunda PKK’lı teröristlerce tecavüz edildikten sonra infaz edildiği ortaya çıkmıştı. Kaya’ya rütbe verme vaadiyle tecavüz edenlerin ise kod adları Murat ve Andok olan Halim Akman ile Barış Tekçe olduğu İçişleri Bakanlığınca açıklanmıştı.
PKK'nın vahşetlerine, tecavüz ve türlü zulümlerine dair o kadar çok hadise ve itiraf var ki, yazılsa ciltler dolusu eder.
90'larda benim de bizzat duyduğum bir hadise var ki aklımdan hiç çıkmaz. Mardinkapı semtinde Çukur olaylarında yıkılan mahallede oturan dedemlerin komşusu ebe bir kadın vardı, bir ara birkaç gün ortadan kayboldu. Ortaya çıktığında ise dili tutulmuş lal olmuştu. Kendisine ne olduğunu soran gözlere boş bir şekilde bakıyordu..
Aradan altı ay geçtikten sonra bu ebenin dili çözüldü, artık konuşuyordu. Anlattıkları ise dehşet vericiydi. İsterseniz bundan sonrasını ebe kadının dilinden dinleyelim;
“Beni bir doğum için evimden alan kişiler, yüksek bir dağ başına götürdü. Meğer bunlar PKK militanıymış.. Bir mağaraya girdik, orada sancılar içerisinde ağlayan hamile bir kadın vardı. Doğum gerçekleşti, çocuğu aldım onlara verdim. Onlar da çocuğu komutan diye hitap ettikleri kişinin eline verdiler. O komutan herkesin gözü önünde yeni doğmuş bebeği o yüksek uçurumdan aşağıya fırlattı. O an aklım başımdan gitmiş, bayılmışım. Uyandığımda dilim tutulmuş artık konuşamıyordum.”
Aradan 35 yıl geçmiş olmasına rağmen her hatırladığımda olay aklımda yeniden canlanır, tüylerim diken diken olur ürperirim, “Bunu yapanlar insan olamaz” derim.. On binlerin kanına giren, on binlerce ocağı söndüren PKK’nın bugüne kadar çıkıp da tüm bu yaptıklarından pişman olduğunu veya özür dilediğini duyanınız var mı? Ben duymadım, eminim siz de duymamışsınızdır..
Bu toprakların mayası olan İslam'a karşı Marksizm bayrağı altında savaş açtıktan sonra zamanla emperyal şer güçlerin güdümüne giren PKK, kırk yıldır on binlerce masumun yanı sıra kendi ideolojisine inandırdığı taraftarlarını dahi mağdur etmiş, namuslarını kirletmiş, binlercesini infaz etmiştir. Böylesi bir toplumsal yıkıma sebep olduğu gerçekliğine rağmen bu kirli zihniyetin temsilcilerinin yüzleri kızarmadan hala PKK'yı Kürt halkının temsilcisiymiş gibi gösterme çabaları utanmazlık, ikiyüzlülük değil de nedir acaba?
Son söz; PKK’nın silah bırakma kararını yüzde yüz destekliyoruz. PKK eğer ki silah bırakma konusunda gerçekten samimiyse geçmişten günümüze işlediği cürümlerin utancıyla hareket etmeli ve sürecin akamete uğramaması için uğraş vermelidir. Silah bırakma kararını hiçbir şart ve ön koşul öne sürmeksizin kararlılıkla sürdürmeli ve silahlar artık susmalıdır ki artık Analar ağlamasın...