Totaliter Rejimlerin Algı Yöneticiliği
Ortaçağ’da kilise ve rahiplerin kullandığı strateji ve teknikler, “din adamları” zümresinin yönetim gücünü doğrudan elinde tutmaya hizmet ediyordu. Yönetimde bir kralın ya da zümrenin bulunduğu devirlerde halka söz hakkı verilmiyordu. Krallar, soylular, imtiyazlı aileler, halkı ikna etmek gibi bir kaygı taşımıyorlardı. Kaldı ki o günlerde kandırma ve kandırılmanın teknikleri günümüzde olduğu kadar gelişmiş değildi. Schiller’in de ifade ettiği gibi ‘Bir çeşit diktatörlükle yönetilen ülkelerde manipülasyona ihtiyaç yoktur.’ Halka rağmen söz hakkını kendinde bulan jakoben zihniyet, -sözüm ona- halk yerine ve halk adına eyleme ve harekete geçtiğini iddia etse de siz inanmayın. Sözgelimi, Kilisenin, Kralın ya da bir kabilenin halklar tarafından kabul edilmesi için birtakım inançlar, gelenekler ve adetler ihdas ediliyordu. Bu adetlere, geleneklere karşı gelmek gayrimeşru kabul ediliyor ve cezalandırılıyordu.
Ortaçağ’da kilisenin Endüljans (günah çıkarma ve cennetten arsa satılmasına ilişkin kilisenin af belgesi vermesi) yetkisinin olması, kiliseye karşı çıkma ve onu sorgulama yetisini körelten bir inanç olarak halkın içine yerleştirilmişti. Hıristiyanlıkla ilgisi olmayan bu uygulama Katolik kilisesinin artan giderlerini karşılamak için bir bildiri yayınlanması sonucu ortaya çıkmıştı. Bunu yaparken, bir taraftan kilisenin mali gücünü arttırmak, diğer taraftan ise halkın kilise ve rahiplere karşı saygı ve tazimini tahkim etmekti. Ne var ki, endüljans uygulaması sonraları, halk nazarında saygınlığının tamamen yitirilmesinde önemli rol oynamıştı. Aldatılanın bunun farkına varmaması gerekiyordu.
Protestanlık, Katolik kilisesinin endüljans uygulaması için çok sağlam sorular sormuştu. Örneğin, cennetteki arsaların değeri nasıl belirleniyordu? Eğer cennet bu dünyadaki parayla satın alınabiliyorsa, cennetin bu dünyadan farkı neydi? Cennet parayla satın alınabiliyorsa, cennete parayla gidilebiliyorsa, bu dünyada Allah için fedakârlıkta bulunmanın ne anlamı vardı? Bu sorular Katoliklerin beyninde adeta şimşek etkisi yapmıştı. Mantıklı soruların sorulması Katolik dünyada reform hareketleriyle sonuçlanacak bir süreci tetiklemişti. Malumunuzdur, eski devirlerde krallıkların ve oligarşilerin uyguladığı algı yönetimi ve manipülasyon teknikleri görece olarak çok yetersizdi. Bunun en temel sebebi, yönetenlerin yönetimlerini zora ve baskıya dayalı olarak sürdürmeleri; incelikle ayarlanmış manipülasyon tekniklerine çok ihtiyaç duymamalarından kaynaklanıyordu. Ayrıca halkın bilgiye ulaşma yollarının kısıtlı olması, fakir olmaları ve eğitim olanaklarının bulunmayışı, daha kolay yönetilebilmelerine neden oluyordu.
Dikta ve totaliter rejimler halkların düşüncesini önemsemedikleri için yönetimlerinin meşruiyetini halklara dayandırma gibi bir dertleri de yoktur. Bu tür yönetimlerde halklar resmi bilgi kaynakları dışında bir bilgi kaynağına sahip olmadığı için tek yönlü olarak bilgilendirilmektedir. Kendilerine sunulan bilginin doğrulunu test edebilecek bilgi kaynağı çeşitliliğine sahip değillerdi. Bunun için yöneticiler, “farklı bilgiyi nasıl manipüle edebilirim, halkların algısını nasıl yönetebilirim” kaygısını pek taşımıyorlardı.
Tanrı devlet modelini halka dayatan faşist rejimlerin ömrü kısadır. “Zulüm ile abad olanın ahiri berbat olur” deyimi meramımızı daha iyi anlatmaktadır. Tarih zalimlikte sınır tanımayan nice Firavunların, Nemrutların, Karunların, Belamların ve zalimlerle işbirliği yapan köle ruhlu hainlerin yıkılışına şahittir. Sözünü ettiğimiz bu zalimler, maddi güçlerini saltanatlarını sürdürmek için insan onur ve haysiyetine yakışmayan zulümler yapıp soykırım ve savaş suçu işlediler. Eli silah tutmayan binlere kadın, ihtiyar ve çocuk öldürdüler. Zayıf gördükleri toplulukları köleleştirerek zenginliklerini sömürmekten çekinmediler. Kurdukları düzenlerin hiçbir zaman yıkılmayacağına inanarak bilgiyi manipüle ettiler, halkların algılarını yöneterek kandırmaya çalıştılar.
“…O zulmedenler (insanları ezip sömürenler, diktatörler, zorbalar, müstekbirler) ise nasıl bir devrimle devrileceklerini bileceklerdir.” (Şuara: 227)