Kur’ân-ı Kerîm’in indirildiği Mekke döneminde şiir sanatı zirveye ulaşmıştı. Şairler panayırlarda birbirleriyle yarışır, kazananların şiirleri Kâbe’nin duvarına asılırdı. Ümmî bir toplum olmalarına rağmen söz ustalığı ve edebiyat konusunda olağanüstü bir seviyeye gelmişlerdi. İşte tam da böyle bir ortamda, lafzıyla, anlamıyla ve nazmıyla eşi benzeri bulunmayan ilahî bir kitap indirildi: Kur’an. Bu kitap, yalnızca şairlere değil, bütün topluma ve onların şahsında kıyamete kadar gelecek bütün insanlığa açık bir meydan okumaydı.

Bu meydan okuma, Kur’an’ın tamamına, ardından on sûreye, nihayetinde ise yalnızca bir sûreye kadar indirgenerek ifade edildi. En kısa sûrelerden biri olan Kevser Sûresi dahi bu meydan okumaya konu olmuştur. Kur’an bu durumu şu şekilde bildirir:

“Eğer kulumuza indirdiğimizden şüphedeyseniz, onun benzeri bir sûre getirin. Allah’tan başka taptıklarınızı da yardıma çağırın, eğer iddianızda samimiyseniz! Ama bunu yapamazsanız -ki asla yapamayacaksınız- yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten sakının; o inkârcılar için hazırlanmıştır.” (Bakara, 2/23–24)

Bu ayetle Allah Teâlâ, Kur’an’ın bir sûresinin bile benzerinin getirilemeyeceğini ilan etmiştir. Kıyamete kadar teknoloji, bilim ve yapay zekâ ne kadar ilerlerse ilerlesin, bu meydan okumaya cevap verilmesi mümkün olmayacaktır.

Kur’an’a doğrudan müdahalenin imkânsız olduğunu gören bazı odaklar, hedeflerini farklı bir yöne çevirdiler. Özellikle sömürgeci misyonerler, Müslümanları dinlerinden soğutmak için sinsice çalıştılar. İngiliz misyonerleri, Müslüman toplumlara tebdil-i kıyafetle sızarak, onların zihin dünyasını tahrif etmeye çalıştı. Brezilya gibi yerlerde “Müslüman olmak için 20 altın gerekir” yalanıyla insanları hem İslam’dan uzak tuttular hem de sömürdüler. Ancak tüm bu çabalara rağmen Kur’an’ın lafzını değiştiremeyeceklerini net bir şekilde idrak ettiler.

Bu gerçeğin farkına varanlar, Kur’an’dan soğutma stratejisine yöneldi. Bu kez hedefte, Kur’an’ın yaşayan örneği olan Hz. Peygamber’in sünneti vardı. Kur’an’ı yalnızca sesli okunan, fakat hayata dokunmayan bir kitap hâline getirmeyi amaçladılar. Ne yazık ki “Kur’an bize yeter” sloganıyla ortaya çıkan bazı sözde dinî çevreler de bu sinsi projeye dolaylı olarak destek verdiler. Böylece Kur’an’ı hayattan koparıp, sünnetten arındırılmış bir metne dönüştürmeye çalıştılar.

Bazı karikatüristler, yazarlar ve medya organları eliyle yapılan çirkin saldırılar, aslında güneşe balçık çalmaya benzer. Zira Allah’ın nurunu söndürmeye kimsenin gücü yetmez. “Onlar ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa Allah nurunu tamamlayacaktır; kâfirler istemese de.” (Saff, 61/8)

Bu saldırılar, ne Hz. Peygamber’e ne de Kur’an’a zarar verir. Aksine, çoğu zaman gaflet uykusuna dalmış Müslümanları kendilerine getirir, onlara yeniden kim olduklarını hatırlatır. Zira bu saldırılar, Peygamber Efendimiz’e olan bağlılığımızı sorgulamamıza ve O’nu hayatımıza ne ölçüde taşıyabildiğimize dair bir muhasebeye vesile olur.

Bugün Hz. Peygamber’e (s.a.s.) yönelik cüretkâr saldırıların arkasında, İslâm ümmetinin dağınıklığı, gafleti ve zayıf temsili vardır. O’nun sünnetine sımsıkı sarılan toplumlarda bu tür girişimlerin karşılık bulması mümkün değildir. Elbette hukuki düzenlemelerle bazı caydırıcılıklar sağlanabilir; ancak gerçek çözüm, ümmetin Kur’an’a ve sünnete daha sıkı sarılmasıyla mümkün olacaktır. Çünkü bu iki kaynak, Müslüman’ın hem bireysel hem toplumsal istikametini belirleyen en temel referanslardır.

Allah Teâlâ bizleri Kur’an’ı ve Resûlullah’ın (s.a.s.) sünnetini hakkıyla yaşayan, onları savunan, bu değerlere saldıranlara karşı dik duran mü’minlerden eylesin. Âmin.