Çok değil 13 yıl kadar önce. Mütevazi bir şehir. Peygamber Sevdalıları, Mevlid Etkinliği yapmak istiyor. Şehir merkezinde bir düğün salonu tutuluyor. Hazırlıklar başlıyor. O da ne? Düğün salonu sahibi, arayarak vazgeçtiğini söylüyor. Ve sebebini de açıklamak istemediğini belirtiyor.

Neyse başka bir salonla görüşülüyor. Tamam diyorlar. Ancak bir gün geçmeden bu salon sahibi de “kusura bakmayın o saatte salonda başka bir program olacak o yüzden mekânı bu mevlit için veremeyeceğim” diyor.

Ve kardeşler pes etmiyorlar. Başka bir salon tutuyorlar. Ve çok geçmeden salon sahibi öncekilerle aynı şekilde geri adım atıyor. Böylece iki üç salon, daha önce söz verdikleri halde sonra cayıyorlar.

Elbette ki tecrübelerden bunun sebebi anlaşılıyor. Nedir o?

Şehirdeki hangi salonla anlaşılsa bir iki saat sonra oraya ellerinde telsiz bulunan ekipler gidiyor. Kim bunlar? Hani bir zamanlar bütün emniyet, yargı, valilikler ellerinde olan, istediklerine operasyon yapan şimdilerde ise silinip giden, sönmüş bir alev gibi kaybolan, fısıltıları bile işitilmeyen bir güruh vardı ya onlar işte.

Salon sahibine diyorlar ki, “bunlar buralı değil, şehre dışarıdan gelmişler ve sizin salonda bir terör faaliyeti yapacaklar, eğer buna izin verirseniz, siz de suça ortak olursunuz.” Haliyle adamlara korkudan hemen geri adım attırıyorlar.

Çarşı merkezdeki salonların hepsiyle benzer bir durum yaşanınca Mevlid için biraz şehir dışında yer alan bir salonla görüşülüyor. Ve salon sahibi şaşırsa da kendisiyle vazgeçmeyeceğine dair sözleşme yapılıyor.

Tabi ki ona da ekipler gidiyor. O da arayıp salonu veremeyeceğini söyleyince, sözleşmeyi ve hukuki sonuçlarını hatırlatıyorlar. Neyse adam şöyle böyle kabul etmek zorunda kalıyor.

Programın şehrin dışında yapılmasına polis şefleri kısmen müsamahalı gözükse de öyle olmuyor. Terörle mücadele, özel harekât, çevik kuvvet, asayiş gibi ne kadar kolluk görevlisi ve bunların kullanımında olan ne kadar araç gereç varsa hepsiyle salon çevresine yığınak yapılıyor. Yani salona, içinde teröristlerin bulunduğu bir bina süsü verilerek müthiş bir debdebe ile kuşatılıyor.

Programa gelenler içeri girmeden zırhlı polis araçlarının ve tam tekmil kuşanmış robocopların arasından birkaç defa aranarak içeri giriyorlar. Ve etkinliğe dakikalar kala bomba araması yapılacak denilerek, içerdekiler dışarı çıkartılıyor. Hassas köpeklerle titiz bir arama havası verilerek gelenler içeri alınıyor.

Tabi içerde üç dört tane polis kamerası herkesi yavaş çekimle kaydeder gibi yaparak korkutmaya devam ediyor. Sivil ekipler salonun içinde her şeyi güya not alma numarası yapıyorlar.

Kürsüde ise hiçbir panik, ürkme veya gevşeme filan yok. Gayet rahat bir edayla Peygamber Efendimiz (sav)’in örnek hayatından kesitler aktarılıyor. Mevlid okunuyor, ellerinde güllerle kız çocukları ilahiler söylüyorlar.

Söz konusu amir memurlar, salonun dolmasına çok öfkeleniyorlar. Ve salondan yine telsiz sesleri ve emniyet güçlerinin oluşturduğu yoğun bir güvenlik bariyeriyle çıkılıyor.

İşin arka planı bununla da sınırlı değil. Etkinliğe kalabalık olarak katılma ihtimali olan çevreler önceden aranarak, terör uyarısı yapılıyor. Mevlid alanına giden yollarda halktan gelenler durdurularak korkutuluyor ve bazılarının çekinerek geri gitmesi sağlanıyor.

Bu hadise sadece bir şehirde bir noktada değil, Peygamber Sevdalılarının halka açık yaptıkları her programda yaşanıyor. Ya Sabır çekiyorlar. La havle deyip Allah’a havale ediyorlar. Hatta kimi yerlerde hiçbir gizli saklı tarafı olmayan bu etkinlikleri organize etme suçlarıyla tutuklanıyorlar.

Geriye kalan derslerden biri de şu galiba: Yetkileri eline geçirenler dünyaya da hükmediyor gibi gözükseler bu sihre aldanmamak gerek. Onların üstündeki mutlak kudrete bakmalı. Ne demişti Üstad(rh): “Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı. Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok.”

Şu anda işledikleri soykırımla dehşet saçan Amerika ve efendilerinin de durumu farklı değil.

O halde neydi o Diyarbakır markası:

“Abi ne boş duruysen çek bi salavat!”