Cidde’de kaldığımız şantiyenin mescidinde namaz kılıyoruz. Namazdan sonra bir Mısır’lı, “ellerini yukarı göğüs hizasında bağlayacaksın” diye uyarmıştı.
Diğer bir Mısır’lı da, kendisinden Kur’an okuma dersi alan Bursa’lı genç, iki hafta boyunca, besmelenin be harfini doğru telaffuz etmedi diye bir türlü diğer harfleri öğretmiyordu.
Filmi ne kadar ileri geri sarsak da sonuç pek değişmiyor.
Varlığa, olguya ve olaya kendi taasubunun boyadığı renkli gözlüklerle bakmazsa doğruyu asla göremeyeceğini düşünen bir zihin konforu tedavülden hiç düşmüyor.
Aidiyetin gereği olan ve adına ritüel, inisiyasyon, adab, usul, erkan, meşrep denilen hususi farklılıklar illâ ki olacak. Fakat gözlük bunlar olduğunda işte ortaya bir türlü değişmeyen darmadağınık hazin manzara çıkıyor.
Kocaman dünyada kendisini mikroskobik meselelerle uğraştıranlara karşı âgâh olmak yerine, davet ve tebliği, intisabındaki minicik noktalara yenilerini eklemek olarak gören lezzetli bir düş bu.
Bu düşten uyandığında keyfi kaçanlara, herkesin misalleri vardır da, şahid olduğumuz şu vâkıa hayli ilginçtir:
Bir dostumuzun; “şu gariban komşumun, morali çok bozuk onunla biraz konuşur musun?” dediği kimseye, “Allah var gam yok” deyince, derdini şöyle anlatmıştı:
“Tevhidî müslüman oldum, hanıma, kimlere kafir kimlere müslüman demesi gerektiğini söyledim, kabul etmedi. Şunları müslüman sayarsan nikahımız düşer dedim. Dinlemedi, nikahımız düştüğü için ayrıldık. Çocuklar ortada kaldı, ben perişan oldum.”
Ve ekledi: “Halbuki kâfirken ne kadar huzurluydum.”
Basit şeylere takılmak elbette ki her zaman bu kadar uç ve absürt bedeller ödetmez fakat maalesef, iki milyarlık bir bünye, Kur’an ve Peygamber mucizesinin devasa enerjisine enterkonnekte bağlanmak varken, bütün himmetini izolasyonun sağlamlığına ayırıyor.
Çeşitli kesimlerden katılımın olduğu bir kalabalıkta meşhur ve merhum bir alimin başından geçen güzel bir hikayeyi anlatmıştık, çıkışta iki kişi gelip şaşkınlıklarını ifade ederken; “Biz, sizin büyüklerinizi, hocalarınızı hiç tanımıyoruz ama siz bizim hazretten anlattınız” demişlerdi. Öyle ya herkes, muhatap kitlesine yalnızca kendi grup değerlerini yüklemeliydi, haliyle orada yaptığımız şey, konsolidasyon prensibine aykırı göründüğü için onlara tuhaf gelmişti.
Yeryüzünün en muhtaç varlığı olan beşerin en çok ihtiyaç duyduğu şey de bizzat diğer insanlar olduğuna göre bu ihtiyacını zalimlerin yaptığı gibi manipüle ve sömürü ile karşılamak yerine, adalet ve merhamet ile hele de din kardeşi için uhuvvet ve müsamaha ile değerlendirmek neden ütopya sayılsın.
Kibire, ucuba, gurura, egoya kapılmadan sürekli resmin daha büyüğünün idrakine çalışmak, o büyük tablodaki sorumluluğun en küçük halkadaki vazife ile bağını kurmaya gayret etmek niçin beyhude görülsün.
Bu âyet-i kerîme de yeniden, bir daha, nefsi emmarenin burnunu kırarak tekrar be tekrar mütalâa için indi: "Kâfirler birbirlerinin yandaşları, koruyucularıdırlar. Eğer aranızda bu sıkı dayanışmayı gerçekleştirmezseniz, yeryüzünde fitne ve büyük kargaşa çıkar." (Nisa 73)
Âyetin tefsiri mi? Gazze’nin okuttuğu desek yeridir.
Bizim müktesebatımızdan alıp yoğurarak, bizim sırtımızdan, üstelik doğrudan ve dolaylı olarak bizim iştirakimizle ele geçirdikleri bilim ve teknoloji ile dünyamıza ahkâm kesenlerin, şamatalarını anlık güncellediği bir zaman ve zeminde Müslümanlık ortak paydası kadar büyük bir kale yoktur.
Bu kalenin surlarında bakmayın öyle büyük gözüken yıkıntılara. Mini mini kralcıklara ve mikrop cüssesinde satın alınmış uşaklara. İhanetten uzak bir İslami duruşla ziyaretleşme, muhabbet ve istişareden daha güçlüsü yoktur.
Siyer ola. Tefsir ola. Saf ola. Aşk ola emi.