Kötülük sadece uçaklardan atılan bombalar mıdır?
Kötülük sadece insanlık onurunu ayaklar altına alan tankların bir şehre girmesi midir?
Kötülük sadece binlerce insanın yaşam hakkını bir anda elinden almak mıdır?
Belki de dünya halkları kötülüğü yalnızca bu çıplak, görünür şiddet biçimlerinden ibaret sandığı için, Filistin’de 80 yılı aşkın süredir her gün sistematik olarak işlenen kötülüğü görmezden geldi. Böylece, farkında olarak ya da olmayarak “pasif kötülüğün” bir parçası hâline geldi.
Oysa kötülük dediğimiz şey, çoğu zaman Hannah Arendt’in de belirttiği gibi, sıradanlığın içinde kurumsal kararlara, bürokratik işleyişlere ve günlük rutinlere gizlenir.
israilin Filistinlilere yönelik onlarca yıllık politikaları tam da böyle bir kurumsal kötülük örneği değil miydi?
Seyahat özgürlüğünün engellenmesi, ekonomik kuşatma, mülkiyet ihlalleri, ayrımcı hukuk düzeni, çocukların dahi rutin olarak askeri mahkemelerde yargılanması…
Bunlar, büyük katliamların sessiz ama sürekli ayak sesleri değil miydi?
Belki de dünya halkları, israilin zulmüne ses çıkarmak için insanların toplu halde katledilişini bekledi.
Oysa tıpkı İsra Suresi 32. ayette “Zinaya yaklaşmayın” buyurulması gibi, kötülüğün sadece sonucuna değil, ona götüren bütün tutum ve uygulamalara karşı durmak gerekmez miydi? Zinayı yasaklayan ayet, ona götüren yolları da yasaklar. Kötülük için de aynı ilke geçerli değil midir? Kötülüğün başlangıcına sessiz kalıp sonucuna tepki vermek ne kadar tutarlı olabilir?
Neden bu kurumsal kötülük türünü görmezden geldik?
Neden bu yapısal şiddete sessiz kaldık?
Neden kötülüğü ancak bombalar düşünce fark eder olduk?
Belki de israil, dünyanın bu sessizliğini şöyle yorumladı:
“Bürokratik olarak istediğin baskıyı yapabilirsin. Arada sırada küçük çaplı katliamlar da sorun çıkarmaz. Dünya zaten sadece en büyük felaketlere tepki veriyor; o da birkaç gün sürüyor.”
Kötülük böyle bir ortamda neden dursun ki? Hele ki yapılan her kötülük birkaç resmi kınamayla geçiştiriliyorsa…
Bu kurumsal kötülük bazen “bugün git, yarın gel” cümlesinde…
Bazen bir babanın sosyal yardımdan eksik evrak gerekçesiyle geri çevrilmesinde…
Bazen sırf Filistinli diye müebbet veren bir hâkimin gülümsemesinde…
Kısacası; hayatları bir klasör arasına sıkıştırılan, yıllarca süren belirsizlikle en temel haklardan mahrum bırakılarak psikolojik olarak yıpratılan insanların gündelik yaşamlarında her gün kendini gösteriyordu.
Buraya kadar anlatılanlar Arendt’in ‘’kötülüğün sıradanlığı,’’ J. L. Mackie’in “akılcı görünen düzenin akılsız sonuçları” ya da Ormsby’in “ahlaki delegasyon” kavramlarıyla kısmen açıklanabilir. Ancak bu kavramların her biri belli bir kötülük biçimini açıklar; yani bürokratik itaatin, kurumsal dağınıklığın veya sorumluluğun başkalarına aktarılmasının ürettiği kötülüğü…
Fakat bugün tanıklık ettiğimiz kötülük türü, yalnızca itaatsizlikten ya da bürokratik edilgenlikten doğan sıradan bir kötülük değildir. Bu nedenle söz konusu durumu açıklarken Immanuel Kant’ın “radikal kötülük” kavramı daha yakın duruyor: “Kötülüğün, bilinçli bir tercih hâline gelmesi; ahlaki yasayı bilerek geri çevirmesi; kötülüğün sadece araçsal değil, amaçsal hâle dönüşmesidir.”
Belki de artık kötülüğü sadece patlayan bombalarda değil, onu mümkün kılan bütün politik, bürokratik ve toplumsal süreçlerde görmenin zamanı gelmiştir. Çünkü kötülük, yalnızca sonuçlarında değil; ona zemin hazırlayan her kararda, her prosedürde ve her sessizlikte çoğalır.