Öncelikle kendimi Müslüman sonra Kürt hissettiğimi söylemeliyim. “Müslümanlık” benim “düşünsel” boyutum, “Kürtlük” ise benim “şekilsel” boyutumdur. Ama bana göre insanı insan yapan özelliği sadece ve sadece düşüncesidir. Düşünce dışındaki yan nitelikler (renkler, boyutlar, şekiller…) bütün canlılarda bulunan, canlının cinsinin belirlenmesine yardımcı olan ve bireysel özelliğinin belirginleşmesini sağlayan özelliklerdir. Kişinin kendi iradesinin ve emeğinin ürünü değildir. Ne üstün yapar, ne aşağılık kılar. Ama “düşünce”, kişinin kendi seçimlerini kapsar ve sorumluluk yükler. Yani kişinin onurunun ve izzetinin düzeyini belirleyen ne rengi, ne kanı, ne kafatasının boyutları, ne dilinin hareketleri, ne atalarının ayak izidir, sadece ve sadece düşüncesinin şeklidir.

İnsanlar başka insanların renklerini, şekillerini sorun edinmeye başlayınca artık ırk, düşünsel sorun boyutuna taşınmış olur. Bunu fiili bir baskı unsuruna dönüştürünce de zulüm kategorisine geçer. Orada “rengin sorun görülmesine” karşı göstereceğiniz karşıt tavır, artık etki-tepki üzerinden kurulmuş olan, bir renge karşı başka bir rengin savunuculuğu tavrı değil, zulme karşı gösterilmiş düşünsel bir tavır olur. Yani orada artık iş, düşünce boyutuna geçmiş durumdadır.

Bir Türk olsaydım, bir Kürt kadar kendimi iyi ve onurlu hissederdim. Kürd’üm ama bir Türk kadar kendimi iyi ve onurlu hissediyorum. Yani hiç bir şey şimdikinden farklı olmazdı. Ama düşünce boyutuna taşınmış bazı durumların yaşandığı bazı yerlerde ne Türk olmak isterdim ne de Kürt. Çünkü düşünsel acısının altında acıdan kıvrım kıvrım kıvranırdım.

Hem Türk hem de Kürt olmak istemeyeceğim yerleri, bu yazıda, üstelik bu kadar çok yer harcamışken yazmak artık mümkün değil. Öyleyse Kürt olmak istemeyeceğim yerleri yazma işini bir sonraki haftaya erteleyelim.

Kanı, kafatasının şeklini yüceltmek, Arap olanı aşağılamak, Fars olanı düşman bellemek, Kürt olanı yok saymak ve İngiliz’e, Fransız’a, Alman’a hayran olmak istemezdim. Yüreğim kıvranırdı.

Beraber yaşadığım, inanç ve kader birliği yaptığım başka ırktan kardeşlerimin asimilasyona tabi tutulup, kendilerine “dağ Türkleri” denildiğini, uzun yıllar Kürtçe konuşmanın-yazmanın, kendi çocuklarına Kürtçe isim vermelerinin yasaklandığını, binlerce köy, dağ, ova, bölge adının Kürtçe’den Türkçe’ye çevrildiğini öğrendiğimde, bunların ırkıma yönelik bir eksiklik algısı oluşturacağı endişesi taşıyıp hiç konuşulmaması isteğini içimden geçirmezdim. Çünkü haksızlığın milletle ilgisi yoktur. Yoksa Adalet algım yıkılırdı.

Türkistan denince yüreğin hopladığı Hindistan, Afganistan, Hırvatistan denince nötr kalındığı ama Kürdistan denince dehşete kapılıp kin hissedildiği yerde olmak istemezdim. Çünkü Müslüman’ın vatanı dünyadır ve dünyanın bölgeleri parçalanmadan da sadece orada yaşayanların ismiyle adlandırılabilir felsefesinin ismi İslam’dır. Yoksa felsefem sarsılırdı.

Milletime dair istediğim değerlerin yaşantıya taşınmış halini; yani tarihini ve dilini öğrenip geliştirme hakkını, rengi ve duygusu üstünden kendini gösterme eğilimini, Peygamber kabul ettiğimin, “Sizden biriniz, kendisi için arzu edip istediği şeyi, din kardeşi için de arzu edip istemedikçe, gerçek anlamda iman etmiş olmaz.” (Buhârî, Îmân 7) hadisinin emriyle düşünür, zihnimi süzgeçten geçirirdim. Kardeşimin mecliste sırf Kürtçe konuştu diye, “bilinmeyen bir dille konuştu” ifadesine zihnimin ne cevap verdiğine veya ne bahane ürettiğine bakardım. Bunun zıddı uygulamalar için bahanelerin arkasına sığınmazdım, iade edilen hakkı bahşedilmiş bir lütuf şeklinde algılamazdım. Kişinin kendini ifade edişi esnasında tedirginlik yaşamasını istemezdim. Yoksa geceleri rahat rahat uyuyamazdım.

Müslüman zihnin her zaman haklı olmaya ihtiyacı vardır. Haksızlık bizdense, Müslüman’ı titreme tutar. Çünkü adalet, Müslüman’ın imanının ilacı, zihninin en büyük vatanıdır. Bölünmeden, parçalanmadan, zihinlerimizde eşit ve özgür kardeşler olalım.