Türkiye, “Terörsüz Türkiye” başlığı altında yürütülen yeni bir süreci izliyor. Ancak bu izleyiş, toplumun sürecin öznesi olduğu bir katılım hâli değil; bilginin sınırlı tutulduğu, soruların ertelendiği ve kamuoyunun pasif bir konuma itildiği bir seyir hâlidir. Sürecin hızlanmasıyla birlikte umut söylemi artarken, şeffaflık aynı oranda geriliyor.
Bu sürecin siyasi mimarının kim olduğu artık gizli değildir. Devlet Bahçeli, Pervin Buldan’ın sunduğu “Barış Yasası” için “Her cümlesine imzamı atıyorum” diyerek sadece destek vermemiş, sürecin siyasi sahipliğini de üstlenmiştir. Bugün yönü belirleyen, sınırları çizen ve hangi tartışmanın yapılacağına karar veren isim Bahçeli’dir. Cumhurbaşkanı Erdoğan ise alışılmış liderlik pratiğinin aksine, daha çok Bahçeli’nin hamlelerini izleyen ve bu hamlelerin doğurduğu sonuçları yönetmeye çalışan bir pozisyonda durmaktadır. Bu durum, geçmişte “siyasi hayatıma mal olsa dahi çözerim” diyen Erdoğan’ın yoğurdu üfleyerek yemeyi tercih ettiğini göstermektedir.
Abdullah Öcalan’ın PKK’ya silah bırakma ve örgütü feshetme çağrısı yapması ve PKK’nın süreci sabote edecek bir adım atmaması, kontrollü bir mutabakatın varlığına işaret ediyor. Ancak bu mutabakatın içeriği, kamuoyundan ısrarla gizlenmekte ve süreç, yoğun bir bilgi karartması ile yürütülmektedir.
Asıl kritik soru hâlâ cevapsızdır: PKK ne karşılığında kendisini feshedip silah bırakıyor?
Devlet bu soruya cevap vermiyor. PKK ise görünürde herhangi bir talep dillendirmiyor; sürecin pazarlık iradesini tamamen İmralı’ya bırakmış görünüyor. Kamuoyuna sunulan tablo, neredeyse “karşılıksız bir fesih” görüntüsü vermektedir. Oysa Türkiye’nin yakın tarihi, silahlı örgütlerin, hele ki kırk yılı aşkın bir geçmişe sahip olanların, hiçbir şeyi karşılıksız yapmadığını göstermiştir.
“Gizlilik” gerekçesiyle toplumun tümden devre dışı bırakılması ise başlı başına sorun alanıdır. Elbette böylesi süreçlerde her detayın anında açıklanması beklenemez. Ancak Meclis’e gelecek yasa değişikliklerinin, hangi siyasi ve hukuki sonuçları doğuracağına dair en ufak bir bilginin dahi paylaşılmaması, bu sürecin toplumsal meşruiyetini zayıflatmaktadır. Toplumdan istenen şey, tartışmadan kabullenmek; sorgulamadan onaylamaktır.
Burada en önemli sorun, çözümün tek muhatabının fiilen PKK cenahı olarak kabul edilmesidir. İmralı konuşuyor, Kandil onaylıyor, DEM süreci meşrulaştırıyor; devlet ise bir asırdan uzun süredir devam eden bu girift meseleyi bu dar hattın içine sıkıştırıyor.
Bu yaklaşım, ciddi bir stratejik hatadır. Çünkü Kürt meselesi, yalnızca silahlı bir örgütle çözülebilecek bir güvenlik başlığı değildir. Dindar, muhafazakâr ve yıllardır PKK’nın baskısına, tehdidine ve şiddetine maruz kalmış geniş bir Kürt muhafazakâr kesim vardır. Dindar Kürtleri sürecin dışında bırakmak ve PKK ile uzantılarını Kürtlerin tek temsilcisi olarak ödüllendirmek, silahın bir hak arama yöntemi olarak meşrulaştırılması sonucunu doğurmaktadır.
Meclis’te yapılması planlanan düzenlemeler de bu dar muhatap anlayışının bir uzantısıdır. Toplumdan, içeriğini bilmediği bu sürecin her safhasına peşinen onay vermesi beklenmektedir. Tartışma yok, şeffaflık yok, bilgilendirme yok. Sadece “güvenin” deniliyor. Oysa güven, bilgiyle inşa edilir; sessizlikle değil.
Eğer bu süreç, PKK cenahını tek adres kabul eden bir çizgide ilerlerse, kısa vadede bir sükûnet sağlansa bile orta ve uzun vadede yeni kırılmalar kaçınılmazdır. Hele ki PKK’ya birtakım siyasi haklar verilirse, dindar Kürtler PKK’nın insafına bırakılmış olacağından, geçmişte olduğu gibi dindar Kürtler yine kendilerini savunmak zorunda kalacaklardır.
Türkiye’nin ihtiyacı olan şey, silahların susması kadar temsilin çoğalmasıdır. Barış, muhatap daraltılarak değil; genişletilerek ve toplumsal mutabakat zemininde inşa edilir. Aksi halde bugün adına “Terörsüz Türkiye” denilen süreç, yarın çok daha derin bir meşruiyet ve temsil krizinin kapısını aralayabilir.