Geçenlerde, Doğruhaber’deki yazılarımın bir muhasebesini yapayım derken, karışık duygular yaşadım. Karışık derken hem sevinç ve hem de hüzün…

Madem hasbihal dedim, gazetede ne zaman ve nasıl yazmaya başladığımı da birkaç cümle ile arz edeyim…

15 Temmuz’dan önce idi ve iki saygıdeğer dostumuzun ziyaret edip, benden yazmamı istemeleri ile başlamıştı Doğruhaber’deki yazı serüvenim… Hem dost deyip hem de kendilerini ismen de anmadan geçmek olur mu? Merhum Mehmet Yavuz ve Sait Şahin… Merhum Mehmet Yavuz’a Allah’tan rahmet ve Sait Şahin’e de Allah’tan sağlık dualarımla…

Bendenize göre, her yazı bir bakıma kendi çapında bir hasbihaldir. Ama okuyucu ile sıcak bir temas sağlanamadı mı, bu hasbihal tek taraflı kalıyor. Ve bu tek taraflılık da özellikle yazan tarafın verimini ve üretkenliğini düşürüyor. Çünkü yazılar okuyucuların eleştiri, öneri ve nasihat gibi çok önemli katkılarından mahrum bir şekilde kaleme alınmaktadır.

Bizim, bu değerli katkılarınızdan mahrum kalmamızın nedeni, gazetemizin ve dolayısıyla yazılarımızın yakın bir zamana kadar siz alicenap okurlarımızın yorumlarına kapalı tutulması idi. Bunun nedenini de ilgili yetkililerimiz şöyle cevaplamışlardı: “Bazı kişilerin hakaret içeren ve dolayısıyla haklarında suç duyurusunda bulunmayı gerektiren yorumları bizi buna mecbur etti. Biz de tercihimizi böylelerine cevap yetiştirmek ve haklarında suç duyurusunda bulunmak yerine yorumlara kapatmayı tercih ettik.”

Doğrusu, ben de hak vermiştim…

Sözün burasında yıllarca süren bu uygulamanın sona erdirildiğinin müjdesini de vereyim. Gazetemizin yazıları ve haberleri yeniden yorumlara açılmıştır.

İnşallah yorumların olmayışından kaynaklı bu kopukluğu sizlerin yoğun katkılarınızla birlikte telafi ederiz. Gerçi, sağ olsunlar, bazılarınız zaman zaman malum sosyal hesaplar üzerinden düşünce, eleştiri, uyarı ve nasihatlerinizi paylaşma lütfunda bulunuyorsunuz, ama birlikte sorgulamamız gereken konular için daha fazla katkıya ihtiyacım olduğunu bilgilerinize arz etmiş olayım…

Sizler de takdir edersiniz ki, iktidarından muhalefetine kadar Türkiye medyası, belki de Cumhuriyet tarihinin en müptezel dönemini yaşamaktadır. Burada tabii ki, dürüst olanlarını tenzih ediyoruz. Ama bir bütün olarak değerlendirdiğimizde, yakıştırabildiğimiz kelime odur.

Millet olarak hayret etmekten kendimizi alamadığımız husus, Cumhuriyetin ilk yıllarında hayatımıza giren ve varlığını milletin değerlerine karşı savaşmaya borçlu olan medyanın, müptezelliği de bir kimlik olarak içselleştirmiş olması değil, bu müptezelliğe son verecekleri vaadiyle iktidar olanlara yakın olan medyanın da müptezellikte pay alma yarışına girmiş olmalarıdır.

Mesela, 100 yıldır darbe anayasalarıyla yönetiliyor olmamızın zerre kadar utancı yoktur bunlarda. Mesleki ahlakları da yok. Mesleki ahlakı nasıl ayaklarının altına aldıklarını görmek için yaptıkları programlara, belgesellere, dizilere, filmlere ve haberlerde kullandıkları dile bir göz atmak yetiyor.

Medyanın bu müptezelliğinin sonucudur ki, kamuoyu ne siyasi ne sosyal ne ekonomik… ve ne kültürel… Hemen hemen hiçbir konuda sağlıklı ve olması gereken kapsamda bir bilginin sahibi değildir. Gazze’de, Lübnan, Yemen, Suriye, Kıbrıs, Akdeniz, Karadeniz, Kafkaslar ve Orta Asya’da neler oluyor, bilmiyoruz. Çünkü içerisi için kullandıkları dil ırkçı ve ötekileştirici iken, dışarısı için kullandıkları dil de soykırımcıları ve ülkelerimizi parçalamaya kast edenleri dostumuz gösterecek kadar teslimiyetçidir.

Hâsılı kelam, bizler de bütün bu olumsuzluklara karşı her daim tetikte olmalı ve birbirimizi koruyup kollamalıyız ki, onların derekesine düşmeyelim. Bu duygu ve düşüncelerden hareketle sizlerden istirhamım, düşüncelerinizi, eleştirilerinizi, tavsiyelerinizi ve kısaca katkılarınızı esirgemeden yorum kısmında paylaşmanız…