7 Ekim 2023 sabahı, işgal rejiminin üzerine tarihte benzerine az rastlanır bir tufan koptu. Bir avuç kararlı mücahit, uzun yıllardır zulmeden, katleden ve sivilleri öldüren bir rejime karşı bedeli ne olursa olsun bir duruş sergilemek üzere yola çıktı. İşgal edilmiş topraklara doğru yola çıkanlar, inançlarının ve adanmışlıklarının gereğini yerine getirmek üzere sevdiklerini geride bırakmışlardı. Yazmak istedikleri, sadece bir operasyon değildi; bir duruşun, bir adanmışlığın, bir iradenin destanıydı.

Kalplerindeki iman ve kararlılık onları her türlü engelin ötesine taşıyordu. Hedef; kısa sürede işgalci gücün ezberini bozmak, onun alıştığı güven algısını sarsmaktı. Harekât imsak vaktinde başladı ve ilerleyişleri ilk aşamada planlandığı şekilde devam etti. Karşılarındaki işgalci askerlere verdikleri tepki sertti; ancak sivillere zarar vermemek için çok hassas davranıyorlardı. Tutukladıkları sivillere İslam’ın emrettiği şekilde davranıyorlardı. Allah o gün mücahitlere izzeti, şerefi ve onuru nasip etmişti.

Zırhlı araçların gölgesine sığınmış işgalci siyonistlerin burnunu yere sürten bu tufan, yalnızca askeri bir hamle değil, zalim ve vahşi bir zihniyete verilen meşru ve gerekli bir cevap olarak görüldü. O gün, bir avuç mücahidin taşıdığı izzet ve onurun tarihin satırlarına kazındığı bir gündü. Aynı zamanda İslam coğrafyasının yıllardır içinde sıkıştığı ikiyüzlülüklerin görünür hâle geldiği, maskelerin düştüğü bir dönemeçti.

Tufanı başlatan azizler, Kudüs ve Filistin davasının yükünü genç yaşlardan itibaren omuzlarında taşıyan kişilerdi. Bir yanda Muhammed Daif, bir yanda Yahya Sinvar, bir yanda Mervan İsa… Ve adları duyulmayan nice komutan… Onların mücadelesi, yalnızca toprakla ilgili değildi; ümmetin özgürlük iddiasının dahi sınırlandığı bir çağda bir silkiniş çağrısıydı. Çünkü ümmet hür değildi; prangalara vurulmuş, karar alma mekanizmalarından uzaklaştırılmıştı. Halkları Müslüman olan ülkeler bile Kudüs davasına gerektiği gibi sahip çıkmıyor, emperyalist Amerika ve soykırımcı israil ile yapılan normalleşme anlaşmaları yeni bir kırgınlık yaratıyordu.

Tufan, işte bu kırgınlığa da bir cevaptı. Yıllarca süren baskıya, açlığa, saldırılara sabreden insanların “artık yeter” deyişiydi. Onlar mübarek tufanın sahipleri olarak yıllarca peygamberlerin ve öncülerin yaşadığı zorluklara benzeyen bir sınavdan geçiyorlardı. Dünya nimetlerini ellerinin tersiyle itmiş, makamı ve serveti reddetmiş, kendilerini aziz bir davaya adamışlardı. Ancak belki de beklemedikleri şey, ümmetin bu süreçte onları bu kadar yalnız bırakmasıydı.

Abluka ve saldırılar sürerken bir çuval un bile Gazze’ye ulaştırılamadı. Yalnızlık duygusu, mücadelenin en ağır yüklerinden biri hâline geldi. Buna rağmen de geri adım atmadılar. Beyaz bayrak çekmediler. Tünellerde günlerce, aylarca açlık ve susuzlukla sınandılar. Gözetlendiler, tünelleri betonla ve suyla dolduruldu. Ama tüm bunlar, inançlarını ve kararlılıklarını kırmadı.

Sözde arabulucuların ve garantörlerin ses çıkarmadığı bir dünyada direnmeye, mücadelelerini asil bir biçimde sürdürmeye devam ettiler. Tarih, yürüttükleri bu mücadeleyi elbette unutmayacak; onları yalnız bırakanların suskunluğunu da kaydedecek.

Ey tufanın aziz sahipleri… Sizler unutulmayacaksınız. Dünyanın tüm teknolojisiyle donatılmış bir işgalci rejime karşı iradenizle, kararlılığınızla durdunuz. Tüm imkânsızlıklara rağmen zalim siyonistlere ve destekçilerine boyun eğmediniz. Bedel ödediniz, can verdiniz ama teslim olmadınız, boyun eğmediniz. Zaten sizin kitabınızda teslim olmak yoktu, biliyorduk; bugün de şahit olduk.

Ey tufanın kıymetlileri… Sizler tünellerde aylarca aç ve susuz kaldınız. Zalim işgalci çete sizin nefes almanıza bile fırsat vermeden sizi her fırsatta gözetledi, üzerlerinize bombalar attı, tünellerinize betonlar döktü, su bastı. Bunlar sizin ancak iman, irade ve kararlılığınızı artırdı. Sözde arabulucu ve garantörler bunlara karşı bir şey yapmadı, bir girişimde bulunmadı. Tarih sizi unutmayacağı gibi sizleri yalnız bırakanları da unutmayacak. Ve tarih, izzetinizin ve yalnızlığınızın hikâyesini yazmaya devam edecek.