Peygamberlere indirilen şeriatın tarihsel süreç içinde değişmesi, “değişmez olanın “şeriat” değil, “din” olduğu yönünde” bir görüş ortaya çıkarmıştır. Elbette, İslam'ın kanunları, insanlığa sunulan mükemmel ve son şeriattır. Ama İslam bize, geniş ve uygulamalı bilgi kütüphanesi ve farklı renkleri harmanlayan bir kültür meydanı da bırakmıştır. Bu uygulamalar, mezheplerle, tarikatlarla, müctehidlerle, ekollerle farklı coğrafyaların farklı şartlarına, zamanın konjonktürüne göre davranma kolaylığını ve deneyimini kazandırmıştır. Böylece önümüzde zengin ve rengarenk bir hayat deneyimi oluşmuştur.
İnsanlar, zamanın ve coğrafyanın çocuklarıdır. Onun için cephede ayrı, cephe gerisinde ayrı, İslam toplumunda ayrı, zulüm veya küfür toplumlarında ayrı programlar uygulama zorunluluğunun doğması doğaldır. (Doğal olmayan, ayrı bir zaman dilimi, ayrı bir siyasi ortam için hazırlanmış programları şimdiki zamanın içine zorla yerleştirme ısrarıdır.) Mesela Üstad Bediüzzaman, düşünce dünyasının ürünlerini, zamanın iman açlığı ihtiyacını ve siyasal konjonktürünü hesaba katarak derlemiştir.
Elhamdülillah, zamanına ve yaşadığı coğrafyanın şartlarına uygun programlar hazırlayan müctehidlerimiz çok var. Ama üzerinde durmak istediğimiz alim Harran’lı İbn-i Teymiyye’dir. Kendisi çok tartışıldı, hala tartışılıyor. Fikirlerinin bir kısmına veya tamamına katılabilir veya kimi fikirlerini şiddetle reddedebiliriz ama sanki hepimiz, İbn-i Teymiyye zamanı olaylarıyla, zamanımız olayları arasında önemli benzerlikler olduğu gerçeğini kabul etmek zorundayız. Gazze bizi uykumuzdan uyandırdı ve bu tarihsel benzerliği gözlerimizin içine soktu.
İbn-i Teymiyye zamanında da İslam coğrafyası istila edilmişti. Vahşi Tatar istilası, Barbar Haçlı ittifakıyla kimi zaman işbirliği yapıyordu. Günümüzde de Moğollardan daha vahşi Siyonizm-Barbar Haçlı ittifakı İslam coğrafyasını istila etmiş durumda. İşte onun için İbn-i Teymiyye, cihadı, İslam'ın en önemli ibadeti olarak gördü.
Onun zamanında da İslam coğrafyası, vahşi istilayla savaşmak yerine, mezhep, saltanat ve etnik üstünlüklerle uğraşılıyordu. Karşılıklı ihanetler almış başını gitmişti. Mesela İbn-i Teymiyye bu süreçte Kisrüvân Dürzilerine karşı Memlük Devletini destekledi. Sonra Mısır'a gidip, sultanı, Moğol-Ermeni ittifakına karşı savaşa ikna etti ve Şehâb Muharebesi’ne kendisi bizzat katılıp İslam askerlerini savaş esnasında sebat göstermeye teşvik ederek büyük bir zafer kazanılmasına vesile oldu. Moğollar bu yenilgi sonrası bir daha Suriye'ye saldıramadı.
Moğollar onun döneminde Müslüman olduklarını söylemeye başlamışlardı. Ama İslam'ı kabul ettiklerini söylemelerine rağmen, İslam ilkeleriyle çelişen Cengiz Yasaları’yla ülkeyi idare etmeye devam ettikleri, Haçlılarla ittifaklar yapıp Müslüman coğrafyalara saldırdıkları için, İbn-i Teymiyye, Moğollarla cihada devam edilmesini istemişti. Müslümanlara karşı, İslam dışı güçlerle beraber hareket eden Müslüman görünümlüleri kastederek; “Beni düşmanın içinde başında Kur'an bulunurken bile görürseniz yine de beni öldürün” demişti. Tevhid ve safi İslam konusundaki ısrarcı fikirleri, sonraki uygulamalarında eleştiri konusu olsa bile, İslam’ı araçsallaştırmak isteyen ve Müslüman maskesi takmış bu siyasi düşünceye karşı tavrı, ayrı bir yerde değerlendirilmeyi hak etmektedir.
Bugün camilerde bile konuşmayan âlimlerden ziyade, liderlerimizi bu soykırımı durdurmaya ikna edecek âlimlere ne kadar çok ihtiyacımız var.
Vahşi Siyonist-Haçlı ittifakıyla, Müslümanlara karşı işbirliği yapmasın diye, İslam ülkesi liderlerini uyandıracak âlimlere ihtiyacımız var.
Bu koca ümmetin perişan ve gaflet içindeki halinin sorumluluğunu, her ekolden alimlerimiz, birleşerek omuzlamalıdır. Çünkü halklarımız biraz da âlimlerimizin ilgisizliğinden dolayı sessizliğe gömüldü, duyarsızlaştı. Bu ilgisizlik sonucunda, tuttuğu takımın yenilmesi bile, kendine Müslüman diyen kimilerimizi, Gazze'deki vahşetten daha çok üzüyor, daha çok uykusunu kaçırıyor. Bu cehalet, korku, dünya sevgisi, karmaşa, bu savrulmuşluk yetmedi mi artık?