İnsanı yoktan var eden ve insanın tüm genetik yapısının künhünü de şifrelerini de bilen Allah’tır. İnsanoğlu maddi ve manevi vasıflarla donatılmış bir varlıktır. Dolayısıyla her iki cihetten de beslenmesi gerekir. Beden ve bedene ait organlar insanın maddi cihetini teşkil ederken ruh ya da kalple alakalı vasıflar da manevi boyutunu teşkil eder.

Allah kâinatı da bir bütün olarak var etmiştir. Kâinattaki tüm varlıklarda bir uyum, bir bütünlük vardır. Her şey O’nunla var ve var olan her şeyin bütünlüğü O’nunla kaimdir. Ancak yaratılmışlar içerisinde insanoğlu kimi zaman bu ahengi bozuyor. Tevhidi çizgiden kopuyor ve ifsadvari tutumuyla kâinatı yaşanmaz hale getiriyor.

İşte holistik yani bütünsel eğitim anlayışı asrımızda daha çok önemsenir hale gelmiş durumdadır. Bütünlüğü bozmaya, varlık âleminde insanın insanla ve insanın yaratılmış diğer varlıklarla aralarındaki münasebetini yeniden ele almaya ve tevhidi bir bakışı geliştirerek, insanın aslına rücu etmesi için yeni bir eğitim anlayışına her zamankinden daha fazla ihtiyacımızın olduğu şüphe götürmez bir gerçekliktir.

Bir bebeğin gelişimini düşünün. Bebeğin sadece kafası büyüse ve diğer azaları gelişmezse o bebek nakıs kalır ve tıbbi anlamda engelli bir birey olarak kabul edilir. Ya da insan sadece yeryüzündeki hadiselerle ilgilense ve uzayla hiç ilgilenmezse sistem ciddi manada zarar görmüş olur. Onun için diyoruz ki, insanoğlu salt bedensel veya akademik manada yetiştirilen teknik beşerden müteşekkil bir varlık da değildir.

İnsanın beden dışında diğer yönleri de vardır. Bu durumu Bediüzzaman hazretleri şöyle ifade eder:
“Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.”

Sadece kalbini besleyenler, mutaassıp olurlar ve bazıları gibi Avrupa’da yapılan bir cam bardağı bile gâvur icadı diye reddederler; inançlarını taklitten kurtaramazlar. Zira tahkiki bir iman ilimden geçer. Sadece aklını doyuranlar ise itikadi konularda şüpheden kurtulamazlar. Bunlar da tamamen dinden uzak, her şeye şüpheyle yaklaştıkları için yaşadığı topluma yarar değil, çoğunlukla zarar verirler.

Hazret-i Mevlânâ:
“Teni aşırı besleyip geliştirmeye bakma! Çünkü o, sonunda toprağa verilecek bir kurbandır. Sen, asıl gönlünü beslemeye bak! Yücelere gidecek ve şereflenecek olan odur. Bedenine yağlı ballı şeyleri az ver. Çünkü onu gereğinden fazla besleyen, nefsânî arzulara düşüyor ve sonunda rezil olup gidiyor. Rûha mânevî gıdâlar ver. Olgun düşünüş, ince anlayış ve rûhî gıdâlar sun da, gideceği yere güçlü, kuvvetli gitsin.” sözleriyle holistik paradigmayı özetlemiştir.

Modernitenin ürettiği merkezî, zorunlu, laik, yoğun ve gayri tabiî eğitim ortamının cebrî gereği olarak ortaya konulan modern kamu eğitiminde tek tip zihniyet, Anglo-Sakson eğitim dünyasında ortaya çıkmış ve sonrasında bütün dünyaya yayılmıştır. Erken Cumhuriyet’in aktörleri, bu konuda diğer pek çok devletten daha hevesli davranarak Fransız Eğitim Bakanı Jules Ferry tarzı laik ve pozitivist bir eğitim sisteminin talepkârı olmuşlardır.

Manevî eğitimle elde edilen karakterin temel özelliği, kendini değil Rabbini görmesi; dünya ve ahiret hayatına farklı bir anlam yüklemesidir. Pozitivist ve seküler eğitim insan denilen ilahî tohumu bütün yönleriyle geliştirmekten mahrumdur. Manevî eğitim olmadan insan mükemmel şeklini alamaz. Nitekim pozitivist ve laik temele dayanan eğitim sisteminde yetişen kitlelerin psikolojik sorunlarının yoğunluğu bu gerçeği göstermektedir.

Modern eğitim anlayışının öngördüğü şekliyle ekonomik verimliliği esas alan tekdüze bireyler yetiştirmek yerine, sevgi, saygı, şefkat, merhamet, öz farkındalık ve sosyal adalet duygusu gibi evrensel ilke ve değerleri benimseyen; doğa, yeryüzü ve evrene karşı sorumluluk bilinci taşıyan, erdem ve fazilet sahibi bir insan yetiştirmenin daha doğru ve önemli olduğu gerçeğidir.