Eğitimde şiddeti her gün sıradan bir hadise olarak duyuyor ve okuyoruz.
Bir tarafta eğitim kurumlarında akran zorbalığı beri tarafta öğretmenlere yönelik yaşanan şiddet olayları…
Öğrenci, öğretmen, idareci, veli ve eğitimin tüm paydaşları stresle yaşıyor, stresle kalkıyor.
Peki, bunun sebebi nedir?
Analizini yaptık mı?
Nereye doğru gidiyoruz?
Bizi “biz” eden yetiştirme kurumlarımız ne işe yarıyor?
İşte yüreğimizi burkan ve geleceğimizi karartan birkaç tablo:
Düzce’nin Akçakoca ilçesinde bir okulda görev yapan iki öğretmenle okul müdürü, bir veli tarafından ağır hakaret ve tehdit içeren saldırıya uğradı.
Eğitimcilerin mesleki itibarını hedef alan bu saldırı karşısında sendikalar ortak bir açıklama yaptı.
“Bu saldırı yalnızca öğretmeni değil, eğitim sistemini hedef alıyor.
Eğitim çalışanlarına yönelik yapılan bu saldırı yalnızca bireye değil, eğitim sisteminin bütününe yapılmış kasıt niteliği taşır. Öğretmenlerimizin güvenliğini tehdit eden hiçbir girişime sessiz kalmayacağız.”
Devamında; “Güvenlik artırılsın, sorumlular cezalandırılsın.”
Ayrıca Antalya'nın Serik ilçesinde bir ilkokul öğrencisi, okul bahçesinde 11 kişilik grup tarafından acımasız şekilde darp edildi. Adliyeye sevk edilen öğrenciler, savcılıktaki ifadelerinin ardından serbest bırakıldı.
Evet, görüldüğü gibi herkes şiddete maruz kalmaktadır. Bir ülkenin eğitim kurumları tehdit altındaysa orada insan nasıl yetişecek?
Zorunlu eğitimin sonucu olarak sınıfın dört duvarı arasında tutulan öğrenciler elbette öfkelerini başka şekilde almaya çalışacaklar. İş sahasında ve üretimde yer alması gerekirken küresel emperyalizmin dayattığı bir sistemin kurbanı olmaktadır. İlkel ve baskıcı sömürgecilik yerini modern sömürgeciliğe bıraktığı için artık bizi biz eden değerlerimiz avucumuzun içinden uçup buhar olmaktadır.
Modern sömürgecilik pozitivizm gibi akımlarla toplumu dizayn etmeye çalışmaktadır. Artık silah zoruyla değil, “kalite”, “akreditasyon” ve “küresel standartlar” gibi kavramların arkasına saklanan retoriklerle işliyor. Yeni sömürgeci, misyoner kisvesi yerine “danışman” veya “mentor” rolüne bürünüyor ve yüzündeki “senin iyiliğin için buradayım” ifadesiyle yaklaşıyor.
Modern eğitim sömürgeciliği öğrenciyi, öğretmeni ve akademisyeni “güçlendirdiğini” iddia ederken, aslında onları küresel piyasanın görünmez kurallarına tabi kılıyor. “Özgürlük” vaadiyle, standartlaştırılmış bir kalıba sokuyor. Eskiden kendi dışındaki insanı “barbar” olarak gören sömürgeci, şimdi onu “müşteri” olarak tanımlıyor ve böylece sisteme gönüllü katılımını sağlıyor.
Son yüzyılda öne çıkan “öğrenci merkezli eğitim” anlayışı, öğrenciye “kendi hızında öğrenme” özgürlüğü tanıyor gibi görünse de, nihai hedef genellikle dünya çapında geçerli sertifikalar, İngilizce yeterlilik ve çok uluslu şirketlerde aranan “takım çalışması”, “problem çözme” gibi standart yetkinliklerle sınırlı kalıyor.
Finlandiya eğitim modeli veya Singapur matematiği gibi örnekler, tüm dünyada “altın standart” olarak pazarlanıyor. Bu modellerden elbette öğrenilecek şeyler vardır; ancak bunları evrensel bir reçeteymiş gibi uygulamak temel sorundur. Modern sömürgecilik eğitimi bir “marka”, öğrenciyi ise bu markanın “müşterisi” hâline getiriyor.
“Kariyer” hayalini kuran öğrenci, kendi potansiyelini keşfetmek yerine sınavlarda yüksek puan almanın hesabını yapıyor.
Köksüz ve standartlaştırılmış bu modele karşı gerçek çözüm, eğitimi kültür temelli bir yaklaşımla yeniden yapılandırmaktır. Bu yaklaşım, öğrenciyi yalnızca bireysel tercihleriyle baş başa bırakmak yerine, onu aidiyetle besleyen bir havzaya davet eder.
Öğrenci, kendi hikâyesini, ecdadının mücadelesini ve coğrafyasının birikimini öğrenerek varoluşuna anlam kazandırır.
Öğrenciye kendi kültürel ve manevi mirası derinlemesine öğretilmelidir. Kültür, öğrenciye bir “duruş” kazandırır; aksi takdirde, “özgür düşünce” yerine başkasının düşüncesine esaret kaçınılmazdır.
Eğitimde maksat, “her çocuk bir cevherdir” anlayışıyla çocuktaki bu cevheri ortaya çıkarmak ve içindeki potansiyeli keşfetmek ve geliştirmek olmalıdır. “İnsan yetiştirmek” ile “İşgücü hazırlamak” arasındaki temel fark belirgin olmalıdır.
İnsanı piyasanın bir nesnesi değil, kendi kültürünün öznesi yapacak şekilde eğitimi yeniden düşünmek zorundayız. Bunun yolu, köksüz bir küreselleşme yerine, köklerine sımsıkı bağlı, taklitten uzak ve öznel bir eğitim felsefesi inşa etmekten geçer.