İki arkadaş Cizre’nin sokaklarını adımlıyorlardı. Bu kadim şehirde nice alimler gelmiş ve göçmüştü. Tasavvufun pirleri de onlar gibi adımlamışlardı bu sokakları. Molla Cezerî, Ahmedê Xanê, Şeyh Halid el-Cezerî gibi.

Ama pek bir alıcı gözlerle etraflarını kolaçan ediyorlardı. Bir dükkâna girdiler. Orada birileri ile hasbihal ettiler. Ama aradıkları burada değildi. Oradan çıkıp cadde boyunca dolaştılar kadim şehri. Mutlaka birileri olmalıydı.

Nitekim Hz. Nuh’un (Aleyhi’s-Selam) ayak bastığı topraklardı buralar. Bu nedenle verimli olmalıydı. Şeyhler, müderrisler, âlimler ile yoğrulan bu topraklar, Cumhuriyetin kuruluşundan sonra çoraklaşmaya başlamıştı. Medreselerin kapatılmasının üzerinden uzun zaman geçmişti. Neticede gül bahçeleri tarumar olmuştu.

Bir bahçıvan olmalıydı ama. İki kafadar bu bahçıvanı arıyorlardı aslında. Fakat bahçelerimizin yeniden yeşermesi için su kâfi gelmeyecekti. Kırmızı toprağın, kan kırmızı ile sulanması gerekiyordu ki eski canlılığına kavuşabilsin. Yoksa mümbit topraklarımızda, iflah olmaz bir kıtlık yaşanması kaçınılmazdı.

Derken tabelasında “Cudi Kitap-Kırtasiye” yazılı bir dükkân buldular. İki arkadaş göz göze geldi. Girdiler dükkândan içeri. Selam verdiler. Karşılarında güzel yüzlü biri duruyordu. Selamlarına karşılık verdi. İçinin güzelliği simasına yansıyan bu genç sayılabilecek kişi ile tanışmak istediklerini belirttiler.

“Benim adım Molla Zeki” dedi dükkân sahibi. Böylece tanışmış oldular. Muhabbet koyulaştı. Çaylar içildi. Kitaplar şöyle bir gözden geçirildi. İki arkadaş tekrar göz göze geldi. Aradıklarını bulmuşlardı. Harap olmuş bağ ve bahçelerimizi tekrar ayağa kaldıracak bahçıvan karşılarında duruyordu.

Aslında bir şeyhti Molla Zeki. Tanıştığı kişiler ondan bir bahçıvan olmasını istiyorlardı. Uzun zamandır çoraklaşmış topraklara yeniden can suyu olmak gerekiyordu. Velev ki bedeli su değil de kan olsa bile.

Hemen bir cami ve medrese imar etmeliydi. Yeniden ekilecek gül bahçesinin olmazsa olmaz mekânlarıydı bunlar. İmkânlar cami ile medresenin birlikte olduğu bir binaya elverdi. Pencere yapacak, cam alacak imkân yoktu. Onun için etraflarına naylon çakarak pencereleri kapattılar. Molla Zeki adıyla anılan caminin hücrelerini medrese eğitimine tahsis etti Seyda.

Talebeleri vardı artık Seyda’nın. İlme duyulan iştiyak, hemen kendisini hissettirmişti. Mahallesi, etrafına ışıklar yayıyordu. Öyle ki sonra “Nur” saçan mahallenin temelleri burada atılıyordu. Bahçıvan bahçesini ekmiş, gül yetiştiriyordu artık.

Her şey zıddı ile kaim oluyordu bu dünyada. Zıtlar beliriverdi etrafta. Seyda’nın daha yeni yeni diktiği fidanlar, kökleri ile birlikte koparılmalıydı kendilerince. Kutlu davanın varisi olan Seyda, tabi olduğu Peygamberi gibi alaya alınıp, kaş göz işaretleri içinde yürüyordu Cizre’nin sokaklarında.

Sadece medrese ile yetinmeyen Seyda, belde halkının aydınlanması için açtığı Cudi isimli kitapevinde, çağdaş âlimleri de tanıtıyordu. Seyyid Kutup, Hasan el-Benna, Mevdudi’yi bu şekilde getirmişti çorak topraklara.

Camisinde imam, medresesinde müderris, kitapevinde bir aydın olarak, her kulvarda ayrı bir görev ifa ediyordu. Gittiği her mecliste tebliğ ediyor, Kur’an’ın mesajını yayıyordu. Fakat karanlık yüzler daha fazla tahammül edemediler bu aydınlanma hareketine.

Ablukaya aldılar Seyda ve yarenlerini. Bu şekilde ışığına engel olmaya çalıştılar. Ambargo günleri başlamıştı artık. Öyle ki çalıştığı kurumdan maaşını almaya dahi gidemiyordu. Çoğu zaman akrabaları aracılığı ile aylığını alabiliyordu.

Sonrası mı? Sonrası malum. 19.02.1992 günü çapraz ateşe tutmuşlardı Seyda’yı. O gün “Gül Bahçesinin Bahçıvanı” unvanını da almış oluyordu. Katilleri amaçlarına ulaşamamıştı. Çünkü Seyda bahçesinde epey gül yetiştirmişti.

Ve o güller hala Muhammedî bir koku yayıyor Cizre’de.