Gazze’de yaşananlar ve gelinen noktada en çok tepki çeken, eleştirilen ve bizi kahreden çoğunlukla Müslüman ülkelerin lider sultasının sessizliği, nemelazımcılığı ve ‘ali(!) menfaatlerine ilişilmesin de ne olursa olsun’ hesaplarının öne çıkmasıdır.

Bu uluslararası arenada eli bağlı, mecbur kalmış veya içten hesaplı ya da ‘ben kendime bakarım’ ayarlı liderlerinin yanı sıra bir kısım halkların, camiaların ve sivil yapıların tepkisizliğini ısrarla ‘İslam ve Müslüman’ ismi üzerinden manipüle etmek ve buradan ilgili yetkisiz ve etkisiz kişileri bu nitelemeyle tezyif etmek doğru değildir.

İslam ve Müslüman ismi insana doğruluk, dinamizm, ahlak ve adalet gibi güzellikler kazandırır; ama ilgili yönetici, camia ve kişiler bu isimle belirdikleri halde söz ve eylemleri bu güzellik ve duyarlılıktan yoksunsa bu ilgili kişilerin öncellikleriyle değerlendirilmelidir.

Kişi teslim olmuş; ama iman onun kalbine yerleşmemişse, iman orada bir kabule ve duyarlılığa dönüşmemişse veya ‘kimlik, renk, ülkü, ulus, menfaat, kazanım ve dünyevi beklenti’ gibi hususlar öncellenmişse İslam ve Müslüman ismi üzerinden bir suçlama ve yargılama oluşturmak doğru değildir.

İslam coğrafyası dediğimiz iki milyarlık nüfus ve coğrafyada reel anlamda İslam’ın pratikleri, fıkhı, yönetim etkisi ve söz ağırlığı var mı?

Önce bu sorunun cevap bulması lazımdır.

Yönetsel ve askeri anlamda duyarkasarlığın ‘ırk, kimlik, dil, ulus, mezhep ve aşiret’ üzerinden öne çıktığı;

Eğitim, siyaset, edebiyat ve ekonomik gibi sosyal yaşamın temel etkileşim alanlarında ‘Kapitalizm, liberalizm, Demokrasi, Laiklik ve Milliyetçilik’ gibi –izm ve ideolojilerin toplumu ve yaşamı sarıp sarmaladığı;

Arap, Fars, Türk ve Kürt kimliği üzerinden öne çıkan bir kültürün kişi, camia, STK ve yöneticileri avucuna aldığı ve zihinlerin bu reflekslere bağlı olarak daha acil ve ecil tepkili ve tepkisiz kaldığı bir gerçeklik var.

Kültür, ulus ve mezhebin ‘din, adalet, hak ve kardeşliğin önüne geçirildiği, dinin kültüre, adaletin menfaate, hakkın ulusal kazanımlara, kardeşliğin mezhepsel saiklere bir nostalji olarak eklendiği bir formülasyon ve popülasyonda ‘korkaklığı, pısırıklığı veya tepkisizliği’ İSLAM ve MÜSLÜMAN spotuyla öne çıkarmak, bir yargılam yapmak doğru değildir.

Huzur ve adaletin tesisi için olmazsa olmaz, İslam’ın özü ve fıkhıyla uygulanmasıdır.

İslam, özüyle Müslüman birey ve yönetici olarak tezahür ederse değil sadece Gazzeli mazlumlar, tüm dünyayı iki yaşam için de düze çıkaracak ve kurtaracak yegane formüldür.

Konuştuğumuz ve harekete geçmesini istediğimiz İslam ve Müslüman gerçeğiyle kendine ‘kültürel, örfi, geleneksel veya tarihi bağlar’ nedeniyle İslam ve Müslüman ismini vermiş, yakıştırmış veya bunu kabul etmiş yönetici, camia ve kişileri birbirinden tefrik etmek lazımdır.

Düşmanımın düşmanı dostumdur, doğru bir söz ve ilkeli bir tavır değildir.

Dost, düşman, düşmanımın düşmanı…

Kim olursa olsun herkes için ve herkese karşı doğru duruş, ilkeli tavır ve meşru çizgi İslam’ın belirlediği çerçevedir. Bu çerçeve bize ‘dosta karşı kardeşane davranmayı, sevgi beslemeyi, merhamet göstermeyi, onun hatalarını görmezden gelmemeyi ve zaafları içinde boğmamayı’ tavsiye ettiği gibi ‘düşmana karşı izzetli durmayı, güçlü görünmeyi, temkinli olmayı, doğrularına kör kesilmemeyi ve birkaç doğru için de onu yüceltmemeyi, ona yalakalık etmemeyi’ telkin eder.

“Dostuna öyle davran ki yarınlarda düşmanın olabilir, düşmanına öyle davran ki yarınlarda dostun olabilir.”

Düsturu bu konudaki ölçünün miyarıdır.