• DOLAR 34.944
  • EURO 36.745
  • ALTIN 2979.98
  • ...

1 Kasım 1928’de, 1353 Sayılı Kanun’la İslam alfabesi yasaklandı. Onun yerine Latin alfabesi, “Türk alfabesi” diye adlandırılarak resmî alfabe ilan edildi ve buna “Harf Devrimi” dendi.

Doksan iki yıldır, kanuna yönelik eleştiriler yapıldığı hâlde, kanunun gerekçesine dair bugüne kadar toplumu ikna edecek bir gerekçe ifade edilmedi. Kanunu çıkaranlar, Latin alfabesini kolay olduğu için kabul ettiklerini öne sürdüler. Oysa bu gerekçe dindar toplumu bir yana o günün laik entelektüellerini dahi ikna etmedi. Kanunun asli gerekçesi olan Batılılaşma da yine dindar halk bir yana bazı laik isimlerce dahi anlamsız bulundu. Doksan yılı geçen deneyim de kanunun özellikle “kolaylık” gerekçesinin karşılıksız kaldığını göstermektedir.

Analizimizde bu bağlamda harf konusunu ve “Harf Devrimi”ni ele alacağız.

İSLAM VE YAZI 

İslam, “Oku!” emriyle ve yüce Allah’ın insanla ilişkisini ifade ederken “kalem”e vurguyla başladı. Medine’de de okuma yazma seferberliği, İslamî değişimin en önemli unsurlarından biri olarak belirdi. Sadece Mescid-i Nebevî değil, bazı evlerin bahçeleri ve yine bazı hurmalıklar da bir tür mektep olarak kullanıldı. Okuma-yazma, bir seçkin etkinliği olmaktan çıkarılıp bütün topluma yayıldı.

O günkü dünyada Medine dışında kaç dünya şehrinde böyle okuma yazma seferberliği vardı? diye sorulursa cevap hiç kuşkusuz “Hiçbir şehirde!” olacaktır.

Bedir Savaşı’nda bazı müşrik esirlerin Müslüman çocuklarına okuma-yazma öğretmeleri karşılığında serbest bırakılması ise dünya tarihine görülmemiş ve görülmeyecek bir vaka olarak geçti.

Bununla birlikte İslam, hiçbir zaman okuma-yazma bilmeyi o günün dünyasında bir zorunluluk olarak toplumun önüne koymadı. Toplumları okuma-yazma öğrenmeye fiilen zorlamadığı gibi, herhangi bir alfabeyi kullanmaya da zorlamadı.

Nitekim Emevî Meliki Abdülmelik b. Mervan günlerine kadar divan defterleri, yani devletin resmi kayıtları, eski Bizans bölgesinde Rumca; eski Sasanî bölgesinde ise Farsça tutuluyordu. Şam’da Rumca, İran’da Farsça öne çıkıyordu.

Türkler de Müslüman olduklarında Uygur Alfabesini kullanmaya devam ettiler. Ama Müslümanların Arapça ile İslam’ın öğrenilmesi arasında yaptıkları haklı ilişkilendirme, Arapça yazının gittikçe yaygınlaşmasını ve İslam alfabesi olarak kabulünü sağladı.

Osmanlı da hiç tereddütsüz Arapça yazıyı genellikle Farsça kurallar üzerinden kullandı. Birkaç dilin bir araya gelmesi, sadece zenginliği değil, aynı zamanda ümmetin bütünlüğünü de anlatıyordu. Arap alfabesine karşı düşmanlığın kökeninde de Arap alfabesi ile ümmetin bütünlüğü arasındaki bu ilişki vardır.

“HARF DEVRİMİ”NE GİDEN SÜREÇ 

Müslümanlar, Miladi Takvimle 1111’de vefat eden Gazzâlî’nin ardından, köklü bir ihya hareketi gerçekleştirmediler. Gazzalî’nin ihyası, 16. yüzyılın başlarından itibaren kaybolmaya yüz tuttuğunda süreci onun kaldığı yerden taşıyacak bir ihya hareketi oluşmadı.

İmam Rabbânî ve sonrasında gerçekleşen ihya hareketleri hep bölgesel ve sınırlı kaldılar. Mevlâna Halid-i Zülcenaheyn’in ihyası ise bir devlet tarafından sahiplenilmediğinden ümmetin geneli arasında etkili olmasına rağmen bugüne kadar resmî programlara dönüşmedi.

Bu durum, Osmanlı’da belki daha 18. yüzyılın sonlarında kimliği açık olmayan Batı yanlılarına ortam oluşturdu. Osmanlı sürekli bir savaş hâlindeyken saray etrafında dolaşan bu nitelikteki kişiler, Osmanlı’nın yönünü inatla Batı’ya yönelttiler.

Bu çerçevede Padişah II. Mahmud’un eğitimde Fransızca lehine getirdiği değişimler ve devlet politikasının gittikçe o yönde yol alması, Osmanlı ile Batı kültürü arasında devasa bir kapı açtı. II. Mahmud, Fransız kültürüne bir tür kapitülasyon ödünleri vererek bu kültürün önündeki bariyerleri yıktı.

Buna rağmen onun bu ödünleri verdiği tarihten elli yıl sonra dahi Osmanlı’da alfabenin değiştirilmesinden söz eden kimse çıkmamıştır. Zira Müslümanlar, İslam alfabesini hakikaten sevmişlerdi. Bu alfabe, onlar için sadece dertlerini, isteklerini anlatacakları ya da ilimlerini ortaya dökecekleri bir araç değildi. Hem kendilerini büyük İslamî birikime bağlıyordu hem onlara bir tür sanat etkinliği imkânı veriyordu. Dolayısıyla İslam alfabesi, hem bir kazanım hem de keyif aldıkları bir sanat etkinliğiydi. Onlar, özellikle özel yazışmalarında alfabeyi bir imza gibi özgünce kullanırken hatları ile sanat maharetlerini ortaya döker, övünür ve mutlu olurlardı.

İslam alfabesi, salt bir alfabe değil; aynı zamanda İslam’ın bireye sağladığı yeteneği izhar hakkının da kullanılmasına vesile bir sanat malzemesidir. Ona alışan, onun dünyasına giren yazmaktan keyif alır ve bir daha ondan kopmak istemez.

Bunun için Namık Kemal gibi Batıcı aydınlar dahi alfabe değişikliğinden söz edilmesine tahammül etmemişlerdir. Namık Kemal’e göre Arapça alfabe İslam demekti ve Osmanlı’nın ıslahı için alfabeyi değiştirmeye gerek yoktu.

Alfabe değişikliği, daha çok II. Abdülhamid’in tahtan uzaklaştırıldığı II. Meşrutiyet’ten sonra gündeme geldi. Alfabe değişiklinin önde gelen savunucusu Hüseyin Cahit Yalçın’dı. Hüseyin Cahit, kaskatı bir Fransız kültürü hayranı, tescilli bir Masondu. Müslüman halka ilişkisi daima ekabirce ve daima olumsuzdu. Hüseyin Cahit için “toplum yararı” kavramı asla yoktu. O, hiçbir zaman toplumculuktan nasibini almayan, Fransız İhtilali yaklaşımlı bir seçkinciydi. “Dünya”nın kendisi olarak gördüğü Batı’nın çıkarı için çalışır, zihnini o yönde işletirdi. Söz konusu Batı olunca düşünmeye ne gerek var, Fransızlar gibi yaparız, olur biter diyen ve aklın Batı lehine tatilini aydınlıktan sayan bir mukallitti.

Alfabe değişikliğinden söz eden diğer bir isim,  Avram Galanti’ydi. Dünya Yahudiler Birliği üyesi, Rodos adasında yerleşik bu Yahudi de görünüşte II. Abdülhamid’in dostu, hakikatte ise İttihat ve Terakki’nin gizli bir mensubuydu. Osmanlı bürokrasisinde pek çok kademe istila etti.  Söz konusu kişi “Latin Hurûfâtı Meselesi” gibi makalelerinde İslam alfabesinin Türkçeye uygun olmadığı ve öğrenilmesinin zor olduğu propagandası yaptı. Bu yöndeki iddialara malzemeyi bu “her devrin adamı” oluşturdu. Millî Mücadele yıllarında Mustafa Kemal ve arkadaşlarına yaklaştı, Cumhuriyet’ten sonra da üniversite hocalığına terfi edildi.

Cumhuriyet’ten önce bu yönde çalışan üçüncü bir isim de Bulgar Türkolog İvan Manolov idi. Mustafa Kemal, her nasılsa daha II. Meşrutiyet öncesinde, Selanik’te onunla görüşmüş ve İslam alfabesini eleştirerek ona Türklerin Batı kültürüne tabi olmaları gerektiğini belirtmiştir.

Osmanlı’nın ecel terleri döktüğü son devre ait bu şahıslardan başka, Azerbaycanlı Mirza Fetali Ahundov, henüz 1857’de Türklerin İslam alfabesini bırakmalarını önermişti. Azerbaycan’ın modern dönemde ilk ateisti olarak bilinen bu şahıs Rus okulu mezunuydu. Onun talepleri elbette karşılık bulmadı. Ama onun temsil ettiği damar, Cumhuriyet’in ilanından sonra, Rusya’dan Türkiye’ye sığınmış ve kökenleri meçhul kişiler üzerinden Ankara’yı hep etkiledi. 20. Yüzyılın başlarında “Rusya’dan gelen Müslüman aydın” görünümlü meçhul kökenli kişiler, Türkiye’nin Batı’dan uğradığı saldırıya Doğu’dan bir kol eklemişler; iki kol birlikte Türkiye’yi kuşatarak Batılılaşma handikabı içinde bırakmışlardır.

1910’lu yıllarda İttihat ve Terakki, Latince yayın yapmak isteyen, Müslüman editörlerin çıkardığı dergileri kapatırken partinin Arnavutluk kolu Latin alfabesini kabul etti. 1922’de Azerbaycan’da da benzer bir değişim yaşandı.

Gelişmelerden cesaret alan Hüseyin Cahit Yalçın, Mustafa Kemal’e bu yönde öneride bulunduğunda Mustafa Kemal, ona sert bir tepki gösterdi. Daha sonra bunun gerekçesi sorulduğunda ise henüz erkendi, diye cevap verdi.  

Şubat 1923’teki İzmir İktisat Kongresi’nde Kazım Karabekir, harf değişikliği taleplerini doğrudan yabancı güçlerle ilişkilendirdi. Kazım Karabekir, özellikle ordu içindeki geniş bir yapının gayri resmi sözcüsü olarak alfabe değişikliği ile kalkınma arasında ilişkilendirilmeyi art niyetli, İslam alfabesinin zorluğu iddialarını ise yersiz buluyordu.

“En anlayışı kıt bir köylü çocuğuna bile biz bir ile üç ay arasında kendi harflerimizi ve gazetelerimizi okutabiliyoruz. Dolayısıyla bizim harflerimiz okunmaz değil, belki dünyanın en güzel şeklidir. Bugün Fransızca alfabe o kadar karışıktır ki bizim dilimizi kabil değil terennüm edemez.” diyen Paşa, bilhassa ordu ile alfabe arasındaki sıkı bağı dillendiriyordu.

Bu bağ öylesine güçlüydü ki Cumhuriyet’ten sonra Hilafet kaldırıldı, medreseler kapatıldı. Ama harflere dokunulamadı. Ama Batı’ya verilmiş bir söz var mıydı, hâlâ meçhul. Mustafa Kemal, 1928’de aniden harf değişikliğini gündeme getirdi. Bunun için bir komisyon kurdu. Komisyonun edebiyat dünyasından iki temsilcisi Falih Rıfkı Atay ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu, İslam medeniyetine düşmanlıkları ile biliniyorlardı. Yakup Kadri, onlarca eserinde İslam’a karşı ilkesiz bir mücadele verirken neredeyse her bölüme Tevrat’tan cümleler ekliyordu. Buna rağmen bu kişiler, Mustafa Kemal’e değişiklik için beş yıllık bir geçiş süresi önerdiler.

İslam alfabesinin zihinlerdeki yerini iyi bilen Mustafa Kemal ise değişikliği sürece yaymanın yeni alfabenin benimsenmemesine yol açmasından endişe etti ve 1 Kasım 1928’de çıkarılan kanunla sadece Latin alfabesi, Türk alfabesi diye kabul edilmedi, aynı zamanda İslam alfabesi ve İslam alfabesi ile yazılmış eserler, içeriğine bakılmadan yasaklandı. Ek bir genelge ile bazı uzmanların eski eserlere ulaşmalarına izin verildiyse bile o genelge bile doğru dürüst işletilmedi. İlim bir anda kütüphaneler bir yana evlerin kitaplıklarında bile “kaçak” oldu.   

HARF DEVRİMİNİN ETKİLERİ

Harf Devrimi olarak adlandırılan alfabe değişikliği, dindar halk, asker ve aydınlar kadar dindar olmayanları da dehşete düşürdü.

Çünkü;

  1. Basbayağı Latin alfabesine, bir iki rötuşla “Türk alfabesi” deniyordu ve herkesin böyle bir garabeti hakikatmiş gibi onaylaması emrediliyordu.
  2. Değişim bir gecede yüz binlerce insanı cahil konumuna düşürdü.
  3. Sadece alfabe değil, hat sanatı da yasaklanmış oluyordu.
  4. Ülke büyük bir ekonomik darboğaz içinde iken hazine, tamamen Latin harfleriyle ilgili harcamalara akıtıldı. Latin yazıyla atentli kağıtlar, Latin yazılı levhalar, halkın ekmek ihtiyacından daha çok önemsendi.

Ülkenin birlik içinde kalkınmaya muhtaç olduğu bir dönemde, anlamsız bir ayrışma daha oluşturuldu. Halk, yeni alfabe için “La dinî” yani “dinsiz alfabe” diyordu. İdare ise ülkenin kalkınması ile uğraşacağına bu yönde eleştiride bulunanları soruşturmakla uğraştı.

Ama bütün baskılara ve yayımlanan genelgelere rağmen, kanundan dört-beş yıl sonra yapılan teftişlerde özellikle jandarmanın resmi yazışmalarda İslam alfabesini ısrarla kullandığı tespitlerine yer verilmiş ve bundan sonraki ısrarların cezaya konu olacağı kaydedilmiştir.  

Günlük yazışmalarda ise Mustafa Kemal ve İsmet İnönü dışında hiç kimse Latin alfabesini kullanmadı. Ateistliğini daima dillendiren ve 1995’te öldüğünde “Cesedimi yakın!” diye vasiyet eden o günlerin astsubayı Aziz Nesin, ölünceye kadar el yazılarında Latin alfabesini kullanmadı.  

Yine 1930’lu yıllarda Harp Okulu öğrencisi olan 12 Eylül darbecisi Kenan Evren de hayatı boyunca özel yaşamında Latin alfabesine uzak durdu. Turgut Özal günlerinin Milli Eğitim Bakanı Hasan Celal Güzel, Evren’in Latin alfabesine uzak kalışını “Baktım ki Paşa eski Türkçe ile not alıyor. Dedim Paşam, ‘Hani devrim kanunları, siz nasıl böyle eski Türkçe yazarsınız?’ Kıpkırmızı oldu "Sayın Güzel bu benim kolayıma geliyor" dedi." hatırasıyla aktarmıştır.  

Mesele, kesinlikle kolaylık değildi. Bunu en açık şekilde İsmet İnönü, "Harf İnkılâbı bir okuma-yazma kolaylığına bağlanamaz. Ama Harf İnkılâbı'nın bizde tesiri ve büyük faydası, kültür değişmesini kolaylaştırmasıdır. İster istemez Arap kültüründen koptuk.” diye anlatıyor.

O günden bugüne yaşananlar da hakikati “Harf Devrimi” için dile getirilen kolaylık gerekçesinin bir hile olduğunu gösteriyor: Cumhuriyet’ten sonra, Osmanlı günlerinin aksine Türkiye, hiçbir büyük savaşa girmedi. Ordu dahi okuma-yazma kampanyasına dahil edildi. Ama 1950’de, okuma yazma oranı, en abartılı rakamlarla sadece yüzde 33,6’dır. Herhâlde Latin harflerine verilen emeğin, harcanan paranın beşte biri İslam harfleri için harcansaydı bu oran yirmi iki yılda yüzde doksanlara yaklaşırdı.   

“Harf Devrimi”nden geriye, milyonlarca hazin hikâye, yakılan hatta denize dökülen ya da Bulgaristan gibi ülkelere kâğıt hammaddesi olarak satılan milyonlar kitaplara dair anlatılanlar kaldı. Yerinde kalan kitaplar da örümcek yuvası oluverdi!