“Zoraki zalimlik”
Adalet, mülkün temelidir. Uluslar arası sistem, kendisinden başka kimsenin mülk sahibi olmasını istemeyince kendi kontrollerinde olmayan hiç kimsenin siyasi ve toplumsal düzenlemelerde baskıdan uzak kalmasına da müsaade etmiyor.
Uluslar arası sistem, adalete en meyilli düşmanı için bile bir tür “müstebid” imajı oluşturuyor. O imajın oluşmasını bir strateji hâline getiriyor. Bütün imkânlarını o uğurda seferber ediyor. O zalim sistem, kendisine karşı koyan yönetici, adil olmaya çalıştıkça onunla ilgili “zalim” imajının oluşmasına yol açacak adımlar atıyor. Hedefine koyduğu kişinin üzerine farklı güçlerle öylesine varıyor ki söz konusu kişi, gün geçtikçe herkesten kuşkulanmaya başlıyor. Kuşku arttıkça adalet terazisi zarar görüyor. Adalet terazisi zarar görünce idareci, varlığının anlamını yitiriyor ve nihayetinde yerini terk etmek zorunda kalıyor.
Bu öyle bir strateji ki yönetici, baskıya başvurmazsa devrilme korkusu yaşar hatta devrilir, baskıya başvurduğunda ise zalimlik ithamı ile aleyhinde kışkırtmalar yapılır ve biraz geç de olsa yine devrilir. Onun devrilişiyle uluslar arası sistem işlerini yürütmeye devam eder.
Bu stratejinin İslam âleminde ilk mağduru Sultan Abdülhamid Han’dır. Abdülhamid Han, İslam dünyasında anayasal güvenceyi kabul etmiş ilk “İslamcı”dır. Sultan, günümüz dünyasında devlet ve toplum ilişkilerinin anayasal güvence altında olmasının gereğine inanmış ve bu yönde adımlar atmıştı. Ama ona karşı öyle desiseler kurdular ki Sultan, gün geçtikçe güvenlik önlemlerine daha çok başvurmak zorunda kaldı. Güvenlik tedbirlerine başvurunca zalimlikle suçlandı. Ulema dahi aleyhine kışkırtıldı, nihayetinde tahtından edildi ve uluslar arası sistem de işlerini engelsiz yürüttü.
Bu stratejinin son mağduru ise Sudan’da görevinden zorla istifa ettirildiği bildirilen General Ömer el-Beşir’dir.
Ömer el-Beşir, 1989’da darbe yaptığında Sudan’ın bütün sorunlarına yönelik en adil çözümlere başvurdu. Bunun beklenen ilk karşılığı, ülkesinin Hıristiyan Güney Sudan ve Müslüman Darfur sorunlarını aşmasıydı; ikinci karşılığı ise bu sorunların çözümüyle büyük potansiyele sahip Sudan’ın Afrika’nın en büyük gücüne dönüşmesiydi.
ABD ve müttefikleri bunu isterler miydi? Asla…
Önce Hıristiyan Güney Sudan, ABD-İsrail ve hatta Suudi Arabistan’ın desteğiyle silahlandırıldı. Ömer el-Beşir’in bütün yapıcı tutumlarına rağmen, Güney Sudan uluslar arası sistemden aldığı desteği fırsat bildi ve terör eylemlerine başvurdu. Vaziyet öyle bir hâl aldı ki el-Beşir, şiddete başvurmazsa Güney Sudan’ı kaybedecek, Güney Sudan’ı kaybetse varlık sebebi ortadan kalkacaktır. General el-Beşir, vicdanını bastırarak Güney Sudan’a müdahale etti. Etti etmesine ama ayrılığı da engelleyemedi.
Ülkenin batısındaki Darfur sorunu ise daha da sarsıcıydı. Zira Darfur bölgesi, Müslümandır, sadece etnik olarak merkezi Sudan’dan farklıdır.
General el-Beşir, Darfur konusunda olabildiğince cömert davrandı. Ama Darfur’daki etnik komünist hareket, Batı’dan bir kez destekleme ışığı almıştı. Onu General ile Hasan et-Turabî arasındaki ihtilafla da ilişkili olarak Darfur İslamî Hareketi izledi ve iki grup birleşerek o kadar kanlı eylemlere başvurdular ki el-Beşir, ölçüyü kaçıracak önlemlere başvurdu ve bunun üzerine bütün dünyaya “müstebit” ilan edildi, uluslar arası mahkemelerin huzuruna çıkarılmak istendi.
İslam dünyasının gelmiş geçmiş en başarılı liderlerinden biri olmaya aday General el-Beşir, bu düzenek içinde son dönemde kendisiyle epey çelişen adımlar attı, atmak zorunda kaldı nihayetinde “işler kıvamına erince” görevinden “zalim” diye tasfiye edildi.
Ne yazık ki Müslümanlar, bu seri işleyen düzeneği henüz anlayabilecek noktada değiller…
Not: Sudan’daki durumun arka planı için lütfen okuyunuz:
http://sdam.org.tr/haber/191-sudanda-gosteriler-bati-oyunu-mu-ekmek-davasi-mi/