Arapları anlamak
İslam âleminin kadim merkezi Arap Yarımadası`ndaki gelişmeler, gün geçtikçe daha da endişe verici bir hâl alıyor.
Suudi Arabistan Veliahdı Muhammed b. Selman`ın reform çabaları ve insan hakları alanında sözde iyileştirmeler yapma vaatlerinde bulunurken muhaliflerine karşı uluslar arası anlaşmaları dahi yok sayan tutumu…
Birleşik Arap Emirlikleri (BAE)-İsrail ilişkilerinin hayasız gösterilere konu olacak boyutlara varması…
Irak ve Suriye`deki durum…
Yemen`deki savaşın insanlığa karşı işlenen suçlar kapsamına girecek saldırılarla sürmesi…
İslam dünyasındaki tek Haricî devlet Umman`ın İsrail`le ilişkilerini Netanyahu`yu ülkeye kabul edecek noktaya taşıması…
Ve İsrail`in Gazze`ye karşı saldırılarının sistematik olarak devam etmesi…
Arap Yarımadası`ndaki gerçeklik mezhep, grup ve etnik yapıları aşıyor; ABD`nin bölgede bütün tarafları kendisine bağlayabildiği bir vaziyete eviriliyor:
Vehhâbî Suudi, ABD ile beraber…
Haricî Umman, ABD ile beraber…
Şiî Irak hükümeti, ABD ile beraber…
Klasik Sünni Kuveyt, ABD ile beraber…
Sosyalist PYD, ABD ile beraber…
Sahada birbirine karşı durmayı temel strateji edinen, bir kısmı kendi arasında halihazırda çatışan yapılar ve bu yapıların oluşturduğu düzensiz bir renklilik var. Ama “üst iktidar” açısından neredeyse bir “teklik” söz konusudur. Başka bir ifadeyle “tekli” ABD iktidarı, Arap Yarımadası`nın çoklu yapısına hükmediyor. Daha başka bir ifadeyle Arap Yarımadası`nın çoklu yapısı, ABD`nin bölgede iktidarını sağlamlaştırma imkânlarını artırıyor.
Hâl budur. Hâlin arka planına gelince onun da üzerinde hassasiyetle durmak gerekiyor.
Araplar, Emevî iktidarının ardından bir dışlanmışlık problemi yaşadılar. Emevî iktidarı sonrasında ise büyük bir çelişkiyle, belki de umutsuzluk içinde İsmailîliğe yöneldiler. Başta Irak`ta başkentin yanı başında yaşadıkları hâlde ihmal edilen, dışlanan Arap kabileleri olmak üzere Miladî 10. Yüzyıldan 11. Yüzyıl sonlarına kadar neredeyse bütün Araplar İsmailî oldular.
Bahreyn ve Yemen bir yana Muaviye`nin bölgeyi Müslümanlaştırmak üzere Doğu Akdeniz`e yerleştirdiği Beni Ukayl, Beni Kelb gibi Arap kabileler dahi İsmailîliğe meylettiler.
O sırada Kuzey Afrika`da Ehl-i Beyt karşıtı Haricîlik İsmailî propaganda için uygun bir zemin oluşturmuştu. O zeminde Ehl-i Beyt`e sahip çıkma iddiasıyla kurulan İsmailî Fâtımî Devleti, Arap Yarımadası Araplarını devlet sahibi kılmadı. Aksine Fâtımî ve Abbâsîlerin, dolayısıyla Selçukluların çekişmesinden en büyük zararı Fâtımîlere meyleden Doğu Akdeniz Arapları gördü. Söz konusu Arap kabileleri, Haçlılara karşı savaşta yanlış tutumları yüzünden daha da yıprandılar, itibarsızlaştılar ve “emirlik-kale devleti” şeklindeki hâkimiyetlerini dahi kaybettiler.
Eyyûbî-Memlûk hakimiyetinin ardından gelen Osmanlı hakimiyetinde Arap Yarımadası bazı isyanlara rağmen tarihinin en uzun süreli sulh sürecini yaşadı. Ancak Vehhâbîliğin ortaya çıkışı ve Napolyon sonrasında Batı`nın bölgede oluşturduğu milliyetçi eğilimin getirdiği düşünceler, Arap Yarımadası`nda geçmişle alakalı bir travma oluşturdu.
Vehhabîlik veya seküler Batıcılıkla tanışan Arapların bir bölümü, kendilerini yüzyıllardır devletsiz kalan, bütün mağduriyetleri bu devletsizlikle ilgili olan bir ezilmiş toplum olarak görmeye başladılar.
Aynı Araplar, yeniden devlet sahibi olmayı, bütün sorunlarının çözümü için temel koşul olarak gördüler, enerjilerini bu yönde harcadılar, bütün değerlerini bu yolda tüketmeyi büyük menfaatin zorunlu kıldığı basit birer ödün olarak gördüler. İttihat ve Terakkî dönemi uygulamaları, onların bu eğilimini daha da güçlendirdi.
İttihat ve Terakkî`nin yol açtığı hayal kırıklığı, Arap milliyetçiliğinin büyümesi için başlı başına bir etken oluşturdu. Bunun yanında partinin cezalandırdığı kimseler, Arap milliyetçiliğinin “simge adam” gereksinimini karşıladı, Arap milliyetçiliğini modern dönem için somut hikayelere kavuşturdu.
Diğer yandan Emevîlerden bu yana Arap Yarımadası`na hükmeden İslam devletleri, Arapların kabile esaslı bölünmüşlüğüne dokunmadılar. Belki de Arapların kabile hâlinde bulunmasını, onları yönetme açısından bir avantaj olarak düşündüler.
Bu tarihsel arka planla, Arapların bir bölümü, 20. yüzyılın başında devlet sahibi olmak için her tür ödünü mubah gördüler, İngiltere gibi güçlerle birlikte hareket etmeyi de bu kapsamda değerlendirdiler.
Bugün ise Arapların bir kesimi, milliyetçi anlayışla üretilen tarihsel gerçekliğe bakarak Arap olmayan Müslüman unsurların güçlenmesini Arap Yarımadası`nın Araplığı için tehdit olarak görüyor.
Arap milliyetçileri, söz konusu unsurların nihayetinde Müslümanların mukaddes mekânlarının bulunduğu noktaları ele geçirmek, bölgenin zenginliklerine sahip olmak ve İslam dünyasının en büyük gücü olarak görülmek için Arap Yarımadası`na kast edeceğini düşünüyorlar. İran Devrimi`nden sonra Saddam Hüseyin`in İran`a yönelik saldırısının Araplar arasında kabul görmesini de kısmen burayla ilişkilendirmek mümkündür.
Öte yandan Arapların büyük devlet kurma girişimleri, 20. yüzyılda önce Haşimî Krallığı, sonra Mısır-Suriye ve bir ara Yemen`i kapsayan Birleşik Arap Cumhuriyeti deneyimiyle sonuçsuz kaldı. Arapların bir kısmı klasik kabile mantığını sürdürdüğünden Arap Yarımadası`nda büyük bir devletin kurulmasını kendi emirlikleri için tehdit olarak görüyor. Aynı Araplar, kendilerine 20. Yüzyılın başında devlet olma imkanı tanıyan büyük güçlerin Arapların büyük devlet olmasını istemediğini, onların bu isteğine karşı koymanın da Arapların lehine olmadığını düşünüyorlar. Bundan dolayı ulusalcı Sosyalizm gibi İhvan-ı Müslimin tarzı sınır tanımayan cemaatler de kimi Araplar tarafından büyük devlet olmaya yönelmiş maceracı ve nihayetinde Arapları mevcut haklarından da yoksun bırakacak birer yapı olarak görülüyor, onlara karşı mücadele meşru bulunuyor.
Bu gerçekler dikkate alınmadan bölgedeki son durumu doğru değerlendirmek mümkün değildir. Ulusalcı sosyalizmin ardından İhvan-ı Müslimin`in Arap Yarımadası`nda ulaştığı güç, söz konusu milliyetçi Araplar kadar uluslar arası güçleri de ürküttü. İhvan`ın sınırları aşan girişimlerine karşı Suudi Arabistan, Ürdün ve Mısır odaklı çalışmalarla, bölünmeye daima hazır Selefçi yapılar teşvik edildi. Sonuçta Arapların İhvan fikriyatı üzerinden buluşma zemini tahrip oldu.
Öte yandan İran, Obama döneminin azınlıkları güçlendirme çabasını, mezhep bağları üzerinden kendisi için Arap Yarımadası`na uzanma fırsatına dönüştürmek istedi ve bu istek, Araplar arasında 20. Yüzyılda dış güçlerin desteğiyle elde ettikleri iktidarı yitirme korkusuna yol açtı. İran`ın Obama döneminde elde ettiği kazanımlarla bölgede birkaç yüzyıldır şekillenmiş dokuyla oynamaya devam etmesi, bölgedeki çatışmaları artırırken Arapların kaygılarını “Bizi Batı, devlet yaptı; Batı`nın yanında yer almazsak topraklarımız tekrar fiilen işgal edilir” diyenlerin lehine besledi. Bu durum, ABD ile anlamsız (!) silah anlaşmaları yapan Arap liderlerinin bu anlaşmalarını halkları karşısında izah etmelerine yardımcı oldu. Bir kısmı sallantıda olan bu rejimlere ABD ve İsrail`le bağlarını daha da sıkılaştırma bahanesi sundu.
Oluşan bu vaziyet karşısında olması gereken Arapları daha fazla korkuya sürüklemek ya da onlara daha çok hakaret edip onları aşağılamak değil, onları anlamak ve Arap olmayan unsurların İslam dünyasında güçlenmesinin Araplar için tehdit oluşturmadığını, Müslümanların güçlenmesinin bütün kesimler için yararlı olduğunu ortaya koymaktır.