Millet adına üzücü ve vekilleri adına utanç verici olan bir olay ile girelim konuya…

TBMM, geçen 23 Nisan’da da, milli iradenin tecellisi ve ismi ile müsemma Birinci Meclis’in olduğu ilk üç yılı ve o esnada çıkardığı anayasayı dışta tutarsak, tam 102 yıldır darbe anayasalarıyla yönetiliyor olduğumuz gerçeğini itiraf edeceğine, “hâkimiyet kayıtsız şartsız milletin” olduğu şeklinde çarpıtmayı tercih etti. Milletin iradesini idaresine yansıtmakla yükümlü ve yeminli olan vekillerin, her defasında yükümlülüklerinin ve yeminlerinin hilafına davranıp, vesayetin kayıtsız şartsız egemenliğini milletin iradesinin egemenliği şeklinde gösterme eylemlerinin adını da siz koyunuz…

Ve gelelim, gerek içerideki ve dışarıdaki düşmanlarımızın çok yönlü müdahalelerle bir çeşit işgal ettikleri ve gerekse de, iktidarından muhalefetine kadar siyasi partilerimizin yanlış politikaları ile iğfal etmiş olmaları nedeniyle yitirmek tehlikesiyle karşı karşıya olduğumuz mevzilerimize… Bunlardan bazıları şunlardır: Milletin, devletin bütün imkânlarıyla dayattığı dine karşı savunduğu İslam İnancı… Meşruiyetini inancından alan Aile Yapısı… Eğitim… Gençlik… İklim… Tarım… Ve her türlü boyunduruğa karşı duyarlı Direniş Bilinci...

Bu değerlerimizin ve aynı zamanda bu mevzilerimizin hepsi de Cumhuriyet Tarihinin en büyük yıkımını yaşıyorlar… Hem de irademizi azgın azınlığın tahakkümünden kurtarıp idaremize egemen kılacakları vaadiyle iktidar yaptıklarımızın eliyle… İstanbul Sözleşmesini de kapsayan 6284 sayılı yasa ve devamında zinayı suç olmaktan çıkarmakla kalmayıp, zina yapma yaşını oldukça aşağıya ve evlenme yaşını da 18’e çıkaran yasalarla ailemiz… Türkiye’nin daha önce imzaladığı İklim Sözleşmesinin hayata geçirilmesi için hükümetin bugünlerde çıkarmaya çalıştığı İklim Yasası ile küresel azmanların devletimizi ve hükümetlerimizi de bağlayacak yetkilerle donatılıyor olmaları nedeniyle sularımız, tarımımız ve hayvancılığımız… Ve yarım yüzyılı aşkın bir zamandır nesillerimizi iğfal eden Fulbright marifetiyle eğitimimiz…

Oysa sorumluluk makamında olanların, küresel güçlerin mevzilerimizi “güzel bir dünya” gibi yalancı vaatlerle birer birer iğfal ve işgal etmelerine, çıkardıkları sözde “uyum” yasalarıyla ve dahi milliyetçi ve devletçi söylemlerle payanda olacaklarına, direnmeleri gerekmez miydi? Hem de, darbelere karşı bile göğsünü siper edecek kadar serden geçmiş olan milletin tam desteğini almış iken…

Elbette ki, vesayete teslimiyet, iktidarla sınırlı bir zaaf olmayıp, muhalefeti de kapsamaktadır. Buradaki soru ve sorun; vekillerin, neden kendilerine emanet edilen milli iradeye layık bir duruş sergilemek yerine, o emaneti vesayetin hizmetine sunuyor olmalarıdır. Yeri gelmişken soralım:

Yoksa bunlar Mustafa Kemal’in, “ihtimal, bazı kafalar kesilecektir” şeklindeki tehdidinden hala korkuyor oldukları için mi emanete ihaneti bir hayat tarzına dönüştürüyorlar?

Başkan Erdoğan'ın hedef olarak gösterdiği Türkiye Yüzyılı da, adaletin yerine Milliyetçiliği, Devletçiliği ve yumuşatılmış Kemalizmi ikame ettiği içindir ki, vesayete can simidi olmanın ötesinde bir anlam ifade etmemektedir. Zaten Kemalizmin kıblegâhı olan Anıtkabir’in hıncahınç doluyor olması da bu iddiamızın ispatı değil mi?

Madem Kemalizm dedik, sonucunu da onun gerçek tanımıyla bağlayalım…

Kemalizm, Birinci Dünya Savaşı’nda Türkleri yenen güçlerin içerideki işbirlikçilerinin de aracılığıyla Türklere kabul ettirdikleri ve dolayısıyla İslam’ın yerine ikame edip anayasa ile zapturapt altına aldıkları bir dindir! Müstemlekenin içimizdeki uzantısı ve garantisidir. Kemalizm, dışa bağımlılığı azaltacak her türlü girişimin amansız düşmanı olup, cezasız bırakmaz. Zaten toplumsal barış, kalkınma ve refah adına ne yapılırsa, Kemalizme rağmendir. Kemalist müstemlekeden kurtulup, mevzilerimizi yeniden asli hüviyetlerine kavuşturmamızın ilk adımı, şüphesiz ki, adaleti esas alan bir anayasadır. Ki bunu da ancak sözlerine sadık olan vekiller yapabilirler.