Ben bugün İslam ümmetinin geri kalmışlığını ne Batı’nın gücüne ne de düşmanların planlarına bağlıyorum. Asıl sebep daha yakında, daha içimizde; Biz Kur’an’ı mehcur bıraktık. Onu terk ettik ama raflardan değil; hayatın merkezinden, kararlarımızdan, ahlakımızdan ve mücadelemizden uzaklaştırarak terk ettik. Oysa acı olan şu ki; Kur’an’ın kelimelerini biliyoruz, harekelerini dahi ezbere okuyoruz. Yedi kıraatini ve tecvidini biliyoruz, tartışıyoruz, makamını güzelleştiriyoruz. Ama iş amel etmeye gelince hep susuyoruz.

Kur’an bizim için bir hayat kitabı olmaktan çıkıp, tören kitabına dönüştü. Cenazede okuyoruz, mevlitte okuyoruz, açılışta okuyoruz; ama ticaretimize, siyasetimize, adalet anlayışımıza, ahlakımıza karışmasına izin vermiyoruz. Ben bunu açık bir çelişki olarak görüyorum. Çünkü Kur’an okunmak için değil, yaşanmak için indirildi. İlk nesil Kur’an’ı ezberlediği için değil, onunla amel ettiği için dünyaya yön verdi ve hakim oldu.

Bugün Müslümanlar olarak helali haramı biliyoruz; fakat menfaatimize dokununca görmezden geliyoruz. Faizin ayetlerini ezberliyoruz ama sistemin parçası olmaktan çekinmiyoruz. Zulmün ne olduğunu biliyoruz ama güçlünün yanında durmayı “hikmet” diye adlandırıyoruz. Adaleti Kur’an’dan okuyoruz ama uygularken akrabalığı, mezhebi, partiyi öne alıyoruz. İşte bu yüzden geri kaldık. Çünkü bilgi var, iman iddiası var; fakat Kur’an ahlakı yok.

Ben şuna inanıyorum: Kur’an’la aramızdaki problem cehalet değil, itaatsizliktir. Bilmediğimiz için değil, bildiğimiz halde bedel ödemek istemediğimiz için geri kaldık. Kur’an bize sabrı emrediyor ama biz aceleciliği seçiyoruz. Şahitliği emrediyor ama konforumuzu bozmak istemiyoruz. Tevhidi emrediyor ama hayatımızı parça parça seküler ölçülerle yönetiyoruz. Sonra da neden zillet içindeyiz diye soruyoruz.

Kur’an’ı mehcur bırakmak sadece onu okumamak değildir. Onu okuyup hükümlerini hayata taşımamaktır. Onu dillerde tutup, kalpten ve eylemden uzaklaştırmaktır. Ben ümmetin bu halini, Rasulullah’ın (aleyhi selatü vesselam) kıyamet günü şikâyet edeceği hal olarak görüyorum. Çünkü biz Kur’an’ı sevdiğimizi söylüyoruz ama onun bizi değiştirmesine izin vermiyoruz. Bugün İslam ümmeti çok şey konuşuyor, çok şey yazıyor; yüzbinlerce Kur’an’ı anlatan kitapları var ama çok az yaşıyor. Oysa Kur’an yaşanmadıkça, ezberlenen her ayet omuzlarımızdaki sorumluluğu artırır. Bilgi nimettir ama hesabı ağırdır. Kur’an’ı bilip onunla amel etmeyen bir ümmet, cahil bir ümmetten daha büyük bir vebal altındadır. Ben bu yüzden geri kalmışlığımızı bir kader değil, bir tercih olarak görüyorum. Çözüm yine Kur’an’dadır; ama mushaflarda değil, hayatta. Kur’an yeniden hüküm verici, yol gösterici, ölçü koyucu haline gelmedikçe; ne birlik olur, ne adalet, ne de izzet. Aksi halde okudukça uzaklaşan, bildikçe zayıflayan bir ümmet olmaya devam ederiz. Gazze, Çeçenistan, Afganistan, Sudan, Yemen, Suriye ve diğer İslam bölgelerindeki zulüm devan eder…

Ben söylüyorum ve kendimi de bu sözlerin muhatabı sayıyorum: Kur’an’ı ya hayatımıza hakim kılacağız ya da mehcur bırakmanın bedelini ödemeye devam edeceğiz. Çünkü Allah katında sorun Kur’an’ın bize ulaşmaması değil; bizim Kur’an’a tam teslim olmamamızdır. İslam ümmeti bugün başkalarını suçlamada hızlı, kendini sorgulamada ise fazlasıyla yavaş. Sekülerizmi eleştirirken onun değerleriyle yaşamayı normalleştiren, diliyle ümmetten yana olup pratiğiyle dünyaya teslim olan bir Müslümanlık ciddi bir çelişkidir. İnancı özel alana hapsedip hayatı seküler ölçülerle kuranların hesabı kolay olmayacaktır. Çünkü bu yol, açık inkardan değil; sessiz vazgeçişten, konforlu tavizlerden geçer. Allah katında mazeretler değil, tercihler konuşur. “Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu (karşılığını) görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu (karşılığını) görür.” (Zilzal, 7-8). Gazze’ye selam, direnişe devam!