Düşünün…
Dünya henüz kalabalık değil. Şehirler yok, sistemler yok, roller yok, savaşlar yok. Hâlâ masum, hâlâ taze. Ama buna rağmen iki insan arasında bir çatışma patlak veriyor. Demek ki sorun dünyanın karmaşasında değil; insanın özünde.
Öyle ya, kıskançlıklar, kavgalar, savaşlar iki kişi arasında başlar ve ardından akrabalar, arkadaşlar da dâhil olur; ama o gün ne akrabaları vardı ne de arkadaşları.
Belki onlara Dünya’nın ilk “Z” kuşağı diyemeyiz; ama bugünün Z kuşağı, kimlik arayışında iki seçenekle karşı karşıya: Habil—değerli olmayı kendi iç dinamiklerinde arayan; Kabil—dışarıdan onay ve kabul bekleyen.
Her şey bir kabul görmeme ya da onay alamama ile başlamış olabilir mi? Elbette tek başına bu sebepten ibaret değildi; ama biz hikâyemizi bu paralelde sürdürmeye devam edeceğiz.
Eğer öyleyse, bu çok tehlikeli bir duygu olmalı. Çünkü kabul görmemenin yarattığı kıskançlık, dünyayı ilk kez bir cinayete tanık ediyor. İnsan ilk kez katil oluyor ilk kez bir insan ölüyor.
Peki ya sonrası?
Allah’a isyan eden insan, büyük bir boşluğa düşüyor. Ama belki de bu boşluk, yeni bir duygunun doğuşuna gebeydi: Korku…
Tarifsiz bir korku ve titreme sarıyor bedenini. Kaçıyor, uzaklaşıyor. Ama korku mekâna ait bir duygu değil, insana ait. Mekânı terk etmek, korkuyu ardında bırakmak anlamına gelmiyor.
“Bilesiniz ki gönüller ancak Allah’ı zikrederek huzura kavuşur.” (Rad Suresi, 28) Ayetinin gereği olarak, insan büyük bir boşluğun içinde sarsılıyor. Belki Allah’a geri dönmek istiyor ama kabul görmeyeceği korkusu hâlâ ağır basıyor.
İçindeki boşluğu doldurmak zorunda; çünkü korku ruhunu sarıyor, vicdanı onu ayıplıyor. Belki de insanların farklı adlarda tanrılar yaratması, bu korkuların bir sonucu. Bin yıllar geçti, nice tanrılara tapıldı, tapınaklar yapıldı, dogmalar çöktü; ama insan ‘’idrak yollarında enfeksiyon’’ olduğu için Allah ve kanunlarının baki kaldığını ve hiçbir şekilde yerinin doldurulamayacağını maalesef anlayamadı.
Bu bize gösteriyor ki, Yüce Yaratıcı’ya kul olmak, boyun eğmek ekmek ve su kadar gerekli.
Günümüz için bu kıssadan çıkarılacak çok ders var; ama biz bu yazıda korkuya odaklanacağız.
Modern insan, bilimle aydınlandığını sanıyor; ama içindeki karanlık hâlâ aynı ve başka adlarla yaşamaya devam ediyor: Mantık, gerçekçilik, toplumsal uyum… İnsan, korkusuna makul adlar verdikçe kendini bilge sanıyor. Korkuya bir isim bulduğunda rahatlıyor; çünkü çıplakken inciten o korku, adıyla hafifliyor.
Sürü psikolojisinin özü budur: İnsan kendine değil, çoğunluğa bakarak şekillenir. Ve böylece “korkudan değişme” dediğimiz tarihî hastalık doğar.
Korkudan değişen insan değişmez; sadece sürünün maskesini takar. Kendine ihanet eder ama buna “olgunluk” der. Susar ama buna “tevekkül” der. Zincirini taşır ama onu altın bilezik sanır.
Sürüye sığınmak, insanın kendinden kaçışıdır. Özgürlüğün ateşini taşıyamayan, zincirin sıcaklığına razı olur. Uçuruma bakmamak için kalabalığın ritmine karışır. Kendi benliğini duymamak için herkesin bizine teslim olur.
Modern insan sürekli “gelişim”den, “yenilenme”den bahsediyor. Ama çoğunun değişimi cesaretten değil, sürünün onayını kaybetme korkusundan doğuyor: Konumunu kaybetme, dışlanma, yalnız kalma korkusu… Ve biz bu korkulara boyun eğmeyi “uyum” diye kutsuyoruz.
Kalabalığın ritmine ayak uydurmak uğruna kendi hakikatimizi kaybediyoruz. Sürü psikolojisi insanı güvenlik uğruna kendinden vazgeçmeye zorlar. Güvenlik uyuşturur; özgürlük ise yakar. Bu yüzden birçok insan, ölmüş bir huzurun içinde yaşamayı tercih eder.
Sonuç olarak, Habil ve Kabil aynı evde büyüdüler; ama aynı dünyaya ait değillerdi.