İnsan olarak aciziz, günahkârız, noksanız; gücümüz, kuvvetimiz, ömrümüz sınırlı ve bir yere kadardır. İmkânların kısıtlı, imtihanın çetin ve zor olması karşısında etkilenir, umutsuzluğa düşeriz. Kur’an-ı Kerim’de Ulu’l Azm Peygamberlerinin mücadele dolu hayatları, bizlere ders ve ibret olsun diye uzun uzun anlatılır.

“Hani İbrahim (Aleyhisselam): "Rabbim, bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster" demişti. Allah ona: "İnanmıyor musun?" deyince, "Hayır (inandım), ancak kalbimin tatmin olması için" dedi. Bunun üzerine Allah: "Öyleyse dört kuş tut. Onları kendine alıştır, sonra onları (parçalayıp) her bir parçasını bir dağın üzerine bırak, sonra da onları çağır. Sana koşarak gelirler. Bil ki şüphesiz Allah, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir" buyurdu. (Bakara Suresi, 260. Ayet)

A'raf Suresi 143. Ayette Hz. Musa’nın Allah’ı görme isteği, Bakara Suresi 259. Ayette ise Üzeyir Aleyhisselam olduğu rivayet edilen zatın, harabeye dönmüş bir şehre uğrarken "Allah burasını nasıl diriltecekmiş?" diye söylenmesi ve Allah’ın onu ve eşeğini yüz yıl sonra diriltme kıssası anlatılır.

Bütün bunlar, bizlere derin dersler ve ibretler vermek içindir.

Günümüzde Müslümanların içine düşmüş oldukları acziyet ve zillet; düşmanın maddi imkanlar açısından güçlü olması, Gazze’nin durumu ve ümmetin suskunluğu, bizlere de bazen şu soruları sordurtuyor:

"Ne olacak bu ümmetin hali? Müslümanların uyanışı ve dirilişi mümkün müdür? Bu kadar güçlü ve her türlü silaha sahip olan ABD ile Siyonist israil alt edilebilir mi?"

İşte bu ibretlik hikâyelerden ders alan biri, bunun mümkün ve Allah için hiç de zor olmadığına kani olur.

Bilelim ki dünya, kâinat, evren sahipsiz değildir. İslam dini ve Kur’an-ı Kerim de sahipsiz değildir. Olan ve olacak her şey Allah’ın dilemesiyle gerçekleşmektedir.

Allah, Hayy ve Kayyum’dur. Diridir, ayaktadır; O’nun için uyku ve yorgunluk söz konusu değildir. Tabiri caizse, 7 gün 24 saat işinin başında ve takiptedir. Hiçbir ayrıntı ve olay O’nun gözünden kaçmaz, izinsiz gerçekleşmez. Her şey O’nun bilgisi dâhilindedir; ilmi her şeyi kuşatmıştır.

İmtihan dünyası olması hasebiyle sadece zalimlere mühlet tanımaktadır. Üç yaşındaki bir çocuğun bile bir hesabı olur. Âlemlerin Rabbinin de elbette bir hesabı vardır ve üstün gelecek olan O’nun hesabıdır. Dünyayı en iyi idare eden Allah’tır. O’nun idaresinde bir eksiklik, noksanlık, ihmalkârlık asla yoktur.

Ama biz acele ediyoruz, bazı şeylerin hemen olmasını isteriz. Bu da insan olmamız hasebiyle doğal ve tabiidir. İnsan olarak biz üzerimize düşeni yapmakla mükellefiz. Ondan sonrasını O’na bırakırız… Aynen Merkezi Efendi hikayesindeki gibi…

Sünbül Sinan Efendi, bir gün müritlerine şöyle sorar:

- Eğer Cenab-ı Hak, bu kâinatın idaresini size vermiş olsaydı ne yapardınız?

Müritler cevap verir:

- Efendim, dünya üzerinde bir tek kâfir bırakmazdım!

- Bütün kötülükleri yok ederdim!

- İçki içenleri helak ederdim!

İçlerinden biri ise cevap vermeden susar. Sünbül Efendi ona bakarak sorar:

- Evladım! Ya sen ne yapardın?

O mürit şöyle der:

- Efendim! Allah Teâlâ’nın bu kâinatı idaresinde –hâşâ– bir noksanlık mı var ki, ben farklı bir şey yapabileyim? Kâinattaki ilahî düzen, kusursuz bir şekilde işlerken ben; aciz, kısıtlı aklımla “Şunu şöyle yapardım, bunu böyle yapardım!” diyebilir miyim? Ne haddime!

Sünbül Efendi bu cevap karşısında:

- İşte şimdi iş, merkezini buldu! der.

İsmi Musa Muslihiddin olan müridin ismi bundan sonra Merkez Efendi olur.