• DOLAR 34.447
  • EURO 36.303
  • ALTIN 2837.002
  • ...

Şehadetinin üzerinden yüz yıl geçmesine rağmen hâlâ Şeyh Said ile ilgili tartışmaların 1920’li yılların ultra Batıcı kesimlerin argümanlarıyla yapılması, geri kalmışlığın tarihine konu olabilecek kadar esef verici.

Türkiye’de bir kesim, zihinsel bir gelişme içinde olmamakta inat etmektedir. Gözlerini, kulaklarını gerçeklere kapatmış, vicdanları Fransız İhtilali’nin kirlerinden bir türlü arınmamaktadır.

Şeyh Said meselesi, Türkiye tarihinin en kolay anlaşılabilecek meselesi iken bulandırılmakta, saptırılmakta ve 1920’li yıllarda idam kararlarını verenlerin vicdansızlığıyla tahlil edilmektedir.

ANLAŞILMAYACAK NE VAR?

Memleketin Müslümanları, etnik fark olmadan birbirleriyle yarışırcasına Rusya Çarlığıyla, İngiltere’yle, Fransa’yla, nihayet Yunan’la savaşmış. Camimi kapattırmam, ezanları susturmam; fuhuşatın, alkolün memleketimin insanını tüketmesine izin vermem, demiş. Bu uğurda canı, malı her ne varsa tüketmiş. Tam da zafere erdiğini düşünürken zaferinin tadını çıkarmadan camisinin kapatıldığını, ezanların susturulduğunu, sarığın bile yasaklandığını görmüş, fuhuşat, alkol resmi törenlerde zorunlu edilmiş. Bunu yapanlar, bir de “İtiraz edeni asarız, keseriz!” demişler. Hem değerleri ayaklar altına almışlar hem buna itiraz hakkını yasaklayarak onura da dokunmuşlar.

Neticede bu, Türkiye’nin her yanında farklı itirazlara konu olmuş; Rize’deki hoca da Toros dağlarındaki Yörük de Diyarbakır’daki şeyh de bunu kabullenememiş. Başarıya ulaşacağına inansın veya inanmasın, gücü ölçüsünce buna başkaldırmış. Şeyh Said, onların arasından tepkisi en çok öne çıkanıdır. Meşayihin bir kısmı ona bizzat katılmış, diğer kısmı da ona katılmamışsa da asla hatırasına saygısızlık etmemiştir. Dolayısıyla Şeyh Said’e hakaret etmek, ona vatan haini demek aslında bu memleketin bütün İslam uleması ve meşayihine hakarettir ki bundan en büyük keyfi alacak olan ancak ABD ve israil’dir.

Buradan bakıldığında milliyetçilik namına Şeyh Said’e ve Şeyh Said’i sevenlere hakaret edenlerin milliyetçiliği de ancak “Ortadoğu milliyetçiliği”dir, müstemleke işbirlikçiliğidir. Bunların Şeyh Said’i dış güçlerle ilişkilendirmeleri ise insanlığın artık çözdüğü, eskimiş, köhnemiş, iş görmez bir İngiliz oyunudur. 

ŞEYH SAİD SEKÜLER BAKIŞLA ANLAŞILAMAZ

Şeyh Said`in ait olduğu gelenek ve içinde bulunduğu koşullar dikkate alınmadan onun kıyam nedeni doğru anlaşılamaz.

Şeyh Said; Şeyh Ali Septi`nin torunudur. Şeyh Ali Septi ise Şeyh Halid eş-Şehherzûrî’nin halifesidir.

Şeyh Halid; bir müderris ve mutasavvıftır; hem fikir hem irfan adamıdır. İnsanın sadece iç dünyası ile değil, aynı zamanda İslam hukuku çerçevesinde sosyal ve siyasi hakları ile ilgilidir.

Şeyh Halid`in çizgisi, insanın tam olarak kemalini; İslam dünyasının da bu çerçevede kurtuluşunu hedefliyor. Şeyh Halid hareketi, İslam dünyasını modernleştirme ve işgal projelerine karşı çıkıyor.

Halifelerine gönderdiği mektuplarda “…Edeplerin en mühimleri, Şeriat-ı Garraya yapışmaktır” “Mevla`nın rızasına baktım. İslam idarecilerinin emirleri şeriata uygun olduğunda, itaat vaciptir hükmüyle hareket ettim.” “Zulmedenler, yakında nasıl bir inkılapla devrileceklerini bileceklerdir. (Şuara 227)” diyen Şeyh Halid mutlak bir Şeriat adamıdır. Tasavvuf ile ilmi bir daha buluşturmakla İslam âlimleri tarafından çağının müceddidi kabul edilir. Laik kesimler ise onu “sırtında mavzeri elinde tesbihi ile daima emre hazır, kurşun gibi müritler yetiştiren” biri olarak tasvir eder.

Seküler zihniyetli şu veya bu görüşten kişiler, bu gerçeği atlayarak Şeyh Said`i seküler bir mantıkla parçalamaya, ikiye bölmeye çalışıyor; onun ya şeyh ya da toplum önderi ( ya şeyh ya bey, ya şeyh ya siyasetçi) olmasını bekliyor.

Şeyh Said, ister İslamcı diye geçinsin ister Kemalist/ırkçı Sol, bunların bakış açısıyla anlaşılmaz. Onun kıyam amacı ancak Halidî çerçeve içinde anlaşılabilir. Halidî çizgide genel olarak dış düşmana karşı fiili savaş, iç sapmaya karşı silahsız ama etkili fiili mücadele anlayışı hâkimdir. Şeyh Said`i burada ayıran nokta, onun iç sapmaya karşı da savaşı tercih etmiş olmasıdır. Bu, onun dönemin ağır koşulları karşısında yaptığı bir tercihtir.

Prof. Neşet Çağatay, Ankara İlahiyat Yayınları arasında çıkan “Türkiye`de Gerici Akımlar” kitapçığında Türkiye`deki İslam kaynaklı isyanları Kemalist bakış açısıyla ele alırken şunu söylüyor: “1923 tarihi, Türk milletinin kaderi bakımından çok önemli bir dönüm noktasıdır. Bu tarihte monarşik idare bırakılıp Cumhuriyet rejimine geçilmiş, teokratik düzen bırakılıp laik düzen kabul edilmiş, kısacası bin yıldır kader ve kültür birliği yapılan İslam dairesinden ayrılıp batı kültür ve medeniyet dairesine girilmiştir. Bu, bir milletin tüm bir silkinişi ile bin yıllık bir geçmişi bırakıp kendisine yepyeni bir hayat yolu çizmesidir ki böyle bir örneğe tarih boyunca ender rastlanır.”

Türkiye`nin 20. Yüzyılın başındaki değişim, bizzat bu değişimi gerçekleştirenlerin en azından bir bölümü tarafından daha ilk günden böyle tasarlanıyor ve bu tasarı, halktan itinayla saklanıyor. Ama dönemin matbuatını, muhtemelen, birkaç dil bilen yakın dostu Kaymakam Salih Begê Hênî`den temin eden Şeyh Said, durumun farkındadır, olayın aktörlerinin köşk duvarları ardında konuştuklarını anlamış, niyetlerini tespit etmiştir.

Diyarbakır`da İstiklal Mahkemesi`nin önüne çıkarıldığında sorulur:

İsyan hareketini nasıl tasavvur ettiniz, sizi teşvik eden (var mıydı) veyahut ilham mı vaki oldu?

Şeyh, cevap verir:

“Hâşâ, ilham gelmedi. Kitaplarda gördüm ki, imam şeriattan saparsa isyan vaciptir.”

Bir daha sorulur:

Şeriat ahkamı, icra edilmediğinden bu isyanı vücuda getirdiniz, öyle mi?

Şeyh, cevap verir:

“İmam, eğer Şeriat ahkamını icra etmezse dedim, bu şer`an isyanın cevazına delildir.”

Mahkeme süreci içinde sıra Diyarbakır meselesine gelmiştir:

“Diyarbekir`e girdikten sonra ne yapacaktınız?”

Şeyh, cevaplar:

“…Men-i müskiratı(içki yasaklama hükmünü) tatbik ettirecek, medreseleri açtıracaktık.”

Buradan da anlaşılıyor ki iki mesele, Şeyhi çok endişelendirmiştir: Biri, kötülüklerin anası içkinin serbest bırakılması ki bu tasavvuf ehlinin üzerinde çok durduğu ahlakî çöküşün başıdır. Diğeri, medreselerin kapatılmasıdır ki bu da İslam`ı sürdürecek ilmi yapının ortadan kaldırılmasıdır. Hem müderris hem mutasavvıf olan Şeyh, durumun farkındadır: Yeni nesiller, ahlaksızlıkla iğfal edilecek ve onları bu iğfalden uyandıracak âlimlerin yetişmesine izin verilmeyecektir. Bu, geleceğin kapkaranlık olmasından başka neydi ki?

Şeyh Said`in hem İslâmî bilinci hem toplumsal sorumluluğu buna sessiz kalmasına engeldir. Onun karşı çıkışında İslâmî bilinç kadar o İslâmî bilinçten kaynaklanan toplumsal sorumluluk da etkilidir.

İslam ile Kürtlerin haklarını zıt kutuplara yerleştiren ancak Şeyh Said`in Kürtler içinde sevilme mirasından da pay almak isteyen sosyalist Kürtçü yapılanmalar ısrarla Şeyh Said`in Şeriat için değil, Kürtçülük için “başkaldırdığını” iddia ediyor.

İyi niyetli olsalar da seküler bir eğitimin etkisi altında yetişen kimi Müslüman aydınlar ise “O Şeriatçıydı, onun Kürtlerin hakları ile bir ilgisi yoktu” diyor; Şeyh Said`i siyasetle ilgisi olmayan “ruhî bir önder” konumuna düşürüyor.

Kürtler, ilk Müslüman toplumlardandır. Kürtlerin yaşadığı coğrafyanın İslam orduları tarafından fethi, İslam Peygamberinin Medine`ye hicretinden sadece on beş-yirmi yıl sonrasına denk gelmektedir. Mekke`nin fethine katılan sahabeler, Diyarbakır`ın fethine de katılmış. Huneyn`de koşan atlar belki Urfa önlerinde de koşmuştur.

Kürtlerin kimliği Hz. İsa sonrasındaki çağda İslam`la şekillenmiş. Daha önce sürekli Bizans ve Sasani katliamlarına uğrayan, onların çekişmelerinin kadrolu mağduru olan Kürtler İslam`la rahat bir nefes almış; bir yandan büyük siyasi ve askeri önderler yetiştirirken öte yandan Malezya ve Endonezya`nın irşadında bile önemli rol alan büyük İslam âlimleri yetiştirmişler. Daha önce dağlık, bedevilik ifade eden Kürtlük, İslam`la saygınlık kazanmış; Kürt coğrafyasından çıkan âlimler künyelerine “Kürdî” ifadesini hep eklemişlerdir.

Kürtlerin dilinde “Şeriat” ile “Hak-Adalet” eş anlamlıdır. Bir Kürt “Ben, adalet istiyorum” demek istediğinde “Ben Şeriat istiyorum” der. Endülüs`te Arap olmak ile Müslüman olmak; Balkanlarda Türk olmakla Müslüman olmak aynı anlamda kullanıldığı gibi Kürtlerin yaşadığı coğrafyada da Kürt olmakla Müslüman olmak pek çok yerde aynı anlamda kullanılmıştır. Nitekim Hıristiyanlığı terk edip İslam`ı seçen Ermeni ve Süryaniler kendi yeni konumlarını kimi zaman Müslümanlaşmak; kimi zaman Kürtleşmek olarak ifade etmişler; bunda da hiçbir çelişki görülmemiştir. 

Osmanlı ile Kürtler arasındaki hukuk, diğer Osmanlı kavimleri gibi tamamen Şeriat üzerine bina edilmişti. Kürtler, en ağır darbeyi Osmanlı`nın Batılılaşması ile yediler; daha 1808`lerden başlamak üzere Osmanlı, Batılılaştıkça Kürtler kaybettiler.

Cumhuriyet`ten önceki en büyük Batılılaşma adımı olan Tanzimat`la birlikte Kürtlerin Yavuz Sultan Selim döneminde kazandıkları bütün siyasi haklar elden çıktı; Kürt mirlikleri bir bir yıkıldı. Ağır bir siyasi dağılma yaşayan Kürtler, tasavvuf önderlerinin etrafında buluşarak haklarını korumaya çalıştılar.

1870`li yıllara gelindiğinde Kürtlerin siyasi idaresi neredeyse tamamen Halidî şeyhlerinin elindedir. Şeyh Ubeydullah-ı Nehri gibi şeyhler hem dini hem siyasi önderdir. Onların etki alanında din ile siyaset, ayrı değil, bir bütündür. O dönemden sonraki Kürt coğrafyası hareketlerinin önderleri hep Halidî şeyhleridir ve onların hiçbiri “Kürtlerin hakları” ve “Şeriat” diye bir ayrım yapmamıştır. Çünkü Şeriat`ın kaim olması zaten Kürt haklarının teminatıdır. Buna karşılık Batılılaşma; 1. İslam hukukunun lağvedilmesi (laiklik) 2. Milliyetçilik yönleri ile Kürt haklarının doğrudan ayaklar altına alınması anlamına geliyordu.

Batılılaşmaya “Şeriat” gereğince karşı çıkmak, Kürt haklarına sahip çıkmayı doğrudan gerektiriyordu. Şeyhler de halk da yönetim de bunun farkındaydı. Şeriatın yürürlükte olması, hukukun korunması ve ırkçılığın reddi anlamına geliyordu ki Kürtlerin talepleri bu ikisinden başka bir şey değildi.

Şeyh Said, Kürt haklarına duyarsız olamaz çünkü;

Teorik açıdan: O bir toplum önderiydi ve önderi olduğu toplumun “konuşma” hakkı dahi Batı kökenli bir ırkçılıkla elinden alınıyordu. 

Pratik açıdan: Şeyh Said`in Cibranlı Halid Bey gibi Kürt önderlerle fiili ilişkisi inkâr edilemez. Bununla birlikte onun iletişim içinde olduğu Kürt önderler aynı zamanda dindar kişiliği ile bilinir. Nitekim Cibranlı Halid Bey, tasavvuf ehli Kürt uleması arasında hâlâ büyük bir saygınlığa sahiptir.

Şeyh Said, ırkçı olamaz çünkü;

Teorik açıdan: Şeyh Said`in mensubu olduğu Halidî dergâhın en büyük iddiası Kur`an ve Sünnet`e eksiksiz tabi olmaktır. Dergâh, ümmetçidir; ümmetin bütünlüğünü savunur.

Pratik açıdan: Ergani`nin tasavvuf ehli Türk aileleri Şeyh Said`in yanında yer alırken Bedirhanlar, Babanlar gibi İttihatçılarla kurdukları iletişimle sekülerleşen hiçbir Kürt aile, Şeyh Said`in yanında yer almamıştır. Aksine Mustafa Kemal; Bedirhanların “Çınar” soyadlı koluna Milli Eğitim Bakanlığını; Babanlara ise dönemin Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) anlamına gelen yükseköğretim idaresini teslim edecek kadar onlarla müttefiktir.

Şeyh Said`i doğru anlamak için onu kendi ortamı içinde ve üstlendiği toplumsal önderliğin ona yüklediği sorumluluk doğrultusunda değerlendirmek gerekir.

Şeyh Said, Batılılaşmadan huzursuz olan ve buna fiili olarak karşı koymayı seçen bir Müslüman önderdir. Onun kimliği İslam`dır. Bununla birlikte İmam Hasan el-Benna ne kadar Arap, Üstad Mevdudi ne kadar Urdî (Pakistanî), Aliya İzzetbegoviç ne kadar Boşnak, Şeyh Said o kadar Kürttür.

Bu önderlerin ortak özellikleri tam anlamıyla bir İttihad-ı İslam taraftarı olmaları, kendilerini bir kavim mensubu olmaktan öte bir ümmet mensubu hissetmeleridir. Onlar kendi coğrafyalarına odaklanmışlarsa da bu odaklanmayı her zaman ümmetin aziz bir yurdunu Batı`nın şerrinden koruma çerçevesinde görmüşler, fikir ve fiiliyatları ile bunu hep ispatlamışlardır.

Şeyh Said, hayatının hiçbir döneminde ümmetin yüzünü kızartan bir etkinlik içinde olmadı; o inandığı gibi yaşadı ve ruhunu inandığı gibi teslim etti. Onun iç sapmaya karşı savaş tercihini uygun görmeyen bizzat kendi Halidî çizgisinden önderler vardır ama onu yakından tanıyan hiçbir İslam âlimi niyetini sorgulamamış, samimiyetinden kuşkuya düşmemiştir. Ulusal solcu Türk-Kürt çevrelerin bütün aleyhteki propagandalarına rağmen onun Müslümanların hatırasında hâlâ capcanlı olması, onun ümmet vicdanındaki yerinin ve ümmetin onun için mahşerdeki şahitliğinin delilidir.