Biz insanlar sahip olduğumuz en büyük değerlerin ve zenginliklerin farkında olamıyoruz. O kadar zenginiz ki sahip olduklarımız hiçbir dünyevi para ve meta ile alınamayacak kadar değerli. Ancak bu paha biçilemez serveti cehaletimizden dolayı boş yerlerde heba ediyoruz. Sahip olduğumuz o çok kıymetli sermayeyi çok değersiz işlerde kullanarak kendimize yazık ediyoruz.

Bize verilenlerin hangisi değerli değil ki? Ancak kimi zaman buda mı çok değerli deyip önemsemediğimiz bir şeyin yokluğunda kıymetini anlayabiliyoruz. Ufacık bir dişimiz bile ağrıdığı vakit dünya başımıza yıkılır gibi oluyor. Sağlıklı dönemdeki keyfimiz kalmıyor. Yemekleri iştahla yiyemiyoruz. Yesek bile pek lezzet alamıyoruz. Sabredemiyor ve hemen doktora koşuyoruz.

Altın hayranlarından biri şöyle dua etmiş: “Ey Rabbim her dokunduğum şey altın olsa keşke” Allah bu kulun duasını kabul etmiş. Neye dokunsa altın oluyormuş. Sevincinden aklını yitirecek olmuş. Eve varıp sofraya oturmuş. Açlığını gidermek için alıp yemek istediklerinin de altın olduğunu görmüş. Kucakladığı güzel kız çocuğunun da “altın” kesildiğini görünce işin farkına varmış ancak. Oturup ağlamaya başlamış ve bu defa “Ey rabbim, şu cahil kulundan bu altın belasını uzaklaştır” diye dua etmiş.

Şu zamanda sahip olduğumuz maddi imkanlara tarihteki hangi padişah malik olabilmişti? Mısır firavunları, İran Kisraları ve Osmanlı padişahlarının elinde olmayan imkanlara sahip olarak yaşıyoruz. Altımızda lüks arabalar var. Daha acele bir işimiz çıksa hemen uçağa atlıyoruz. Tarihteki kralları imrendirecek bu imkanlara ne kadar az şükrettiğimizin farkında mıyız?

İçinde bulunduğumuz ortam, bize verilmiş imkanlar ile bunlara karşı takındığımız tavır ve tutum üzerinde düşününce Ahzap suresindeki ayetin anlamını daha iyi idrak edebiliyoruz.

"Biz emaneti göklere, yeryüzüne ve dağlara teklif ettik; ama onlar bunu yüklenmek istemediler. Ondan korktular ve onu insan yüklendi. Şüphesiz insan çok zalim, çok cahildir.

Sultan Üçüncü Mustafa`nın şimdiki Lâleli Câmiini ikmâl ettirdiği günlerde, muhitte Lâleli Baba adında bir veliden bahsederler; her sözünde, derin hikmetler ve birtakım sırlar bulunduğunu söylerler. Padişah, bu zâtı merak edip, ziyarete gider. dünyada en büyük nimetin ne olduğunu soran Sultan`a:

- Dünyada en büyük nimet, yiyip içtikten sonra def`-i hâcettir, der. Padişah bu cevabı beğenmez. Hattâ bir bakıma kaba bir mânâ taşıyan bu nezaketsiz cevaptan sonra, canı sıkılarak kalkıp gider. O gece yediği yemeği, içtiği suyu dışarı çıkaramayan Sultan; sabaha kadar sarayın içinde dört döner. Lâleli Baba:

- Allah`ın nice nimetlerine sâhip bulunduğumuz halde, alışkanlık sebebiyle bunların kıymetini bilmiyoruz. Yiyip içtikten sonra def`-i hâcet etmenin en büyük nimet olduğunu şimdi öğrendiniz değil mi? der ve ilâve eder:

- Eğer yaptırdığınız şu camiyi bana bağışlar ve padişahlığınızı da bütün salâhiyetleriyle birlikte bana bırakırsanız, kurtulmanız için dua ederim... Camiyi derhal bağışladığını, bu andan itibaren "Lâleli Câmii" olduğunu bildiren padişah, saltanatını veremeyeceğini ifade etmek isterse de, artık tahammülü tükenmekte olduğu için, nihayet saltanattan da vazgeçtiğini, yeter ki içinde bulunduğu sıkıntıdan kurtarılması için dua etmesini rica eder. Lâleli Baba, o zaman şu karşılığı verir:

- Bir saltanat ki, bir tuvalete çıkmaya feda ediliyor; doğrusu buna saltanat demeye bin şahid ister!.. Unutmayalım ki, kendimizde varlığı ile gururlandığımız dünyevî meziyetlerimizin hemen hepsi bir def`-i hâcete bile feda edilebilir... Öyle ise, boşu boşuna gururlanmayalım da bunların kadrini bilelim, şükrünü edâ edelim!..