Mısır deyince yakın tarih açısından ilk akla gelen isim elbette ki Hasan El-Benna ve İhvan olmaktadır. Daha yirmili yaşlarda Müslüman Kardeşler Teşkilatını kuran El-Benna, yaklaşık 20 yıllık bir mücadele ile tarihe damga vuran bir hareketi miras bırakıp şehid edildi. Bu nedenle Kahire’de bulunan kabrini ziyaret etmek istedik. Ancak şehidin defnedilmesi için sadece babası ve birkaç kişi dışında kimseye izin vermeyen diktatörler, şehid El-Benna’nın kabrini olabildiğince gözlerden ırak tutma siyasetini de sürdürmektedir.

Hasan El-Benna, bugün “Karafe Mezarlığı veya Ölüler Şehri” olarak adlandırılan ve 500 binden fazla evsiz insana mesken olmuş olan bölgede medfundur. Bu bölge, hem Kahire'nin sıradan nüfusunun mezarlarını, hem de tarihi yöneticilerinin ve seçkinlerinin çoğunun kabirlerini içermektedir. Ancak bu bölge oldukça kötü koşulların ve harabe yapıların mevcut olduğu terk edilmiş bir yeri andırmaktadır. Bu nedenle açıkça tarif edilmeyen El-Benna’nın kabrini bulmak, daha önce ziyaret edenlerin internette yaptıkları konum paylaşımı olmamış olsa oldukça zordur. Taksi şoförlerinden sorduğumuzda da net bir bilgi alamamıştık. Korku mu, bilgi eksikliği mi anlayamadık. Bunun yanında kapalı alanda bulunan kabrin kapısının kilitli de olması, diktatörlerin korkusunun halen devam ettiğinin bir göstergesidir.

Yine bu bölgede olan İmam Şafii (r.a.) Camii ve türbesi de bir diğer ziyaret mekânıdır. Diğer kabirlere göre nispeten daha iyi durumda olan türbe, yine de hak ettiği konumda değildir. Oldukça geri kalmış mahallenin dar sokakları arasında mahzun bir halde ziyaretçilerini ağırlıyor. Maalesef caminin girişinde yer alan halılar tümüyle kir, toz ve toprak içinde, meşhur İmam’a yakışmayan bir haldedir.

Camilerin genel durumu da bundan farklı değildir. Örneğin Cuma namazını kıldığımız birçok önemli mimari eserlerden 9. yüzyılda inşa edilmiş olan Tolunoğulları Camii, bu anlamda oldukça hazin bir durumdadır. Maneviyat merkezleri olan camiler ve Medine İslam Devletinin kuruluşunda olduğu gibi cami merkezli inşa anlayışı göz ardı edilmekte, bu da darbeci ve diktatör zihniyetin fasit zihniyetini göstermektedir. Nitekim camilerin namaz saati dışında kapatılması da bu zihniyetin bir tezahürüdür. Öte yandan dikta rejiminin baskısından olsa gerek, Cuma Hutbesinde Filistin ve Gazze kelimeleri bir kez olsun geçmedi. Hem de yanı başlarında yaşanan bunca zulme rağmen…

Ve kadim bir kent olan İskenderiye… Akdeniz sahilinde olan şehrin Beyrut sahilini andıran güzel bir görüntüsü var, ama maalesef sahilden biraz içeriye doğru girdiğinizde yine tarih ve şanına yakışmayan manzaralarla karşılaşıyorsunuz. Burada ziyaret edilen en önemli yer, meşhur İskenderiye Kütüphanesidir. Milattan önce 3. yüzyılın başlarında kurulmuş olan bu antik kütüphane, o dönem dünyadaki en zengin kütüphane olup burada 900 bin eserin muhafaza edildiği söylenir. Ne yazık ki bu antik kütüphane, 391 yılında Romalılar Mısır’ı işgal ettiklerinde çıkan kargaşada Hristiyanlar tarafından yakılarak tahrip edilmiştir. Ancak garip bir şekilde Ebu’l-Ferec diye bilinen Suriyeli Hristiyan bir yazar olan Barhebraeus (1226-1289), bu kütüphanenin 642 yılında İskenderiye’nin fethi sonrası Hz. Ömer’in (r.a.) emriyle, şehrin fatihi olan Amr bin As tarafından yakıldığını iddia etmiş ve maalesef bu yalan sonraki yüzyıllarda tüm Avrupa’da yayılmıştır. Bu propaganda da diğer birçoğu gibi uzun yıllar etkili olsa da, gerçek gün yüzüne çıkmıştır. Yakılan İskenderiye kütüphanesinin bulunduğu alanda bugün modern bir kütüphane inşa edilmiş ve 2002 yılından itibaren hizmete açılmıştır.

Kadim Mısır ülkesinin diktatör ve darbecilerin liyakatsiz ellerinden kurtulması dileğiyle…