Resmi tarihimiz, nice gerçek dışı olaylarla, ya da çarpıtılmış bilgilerle doludur. Ayrıca nice hakikatlerin gizlenmesi de resmi tarihin bir başka oyunudur. Ama gerçeklerin er ya da geç ortaya çıkma gibi bir huyu vardır.

Bugün 23 Nisan, 1. Büyük Millet Meclisi, 105 yıl önce bir Cuma günü Hacı Bayram Veli Camii’nde Cuma namazı kılındıktan sonra kesilen kurbanlar, okunan dualar ve getirilen tekbirlerle açılmıştı. Ama bu maneviyat ağırlıklı açılışlara şahitlik eden 1. Meclisin fazla yaşamasına fırsat verilmemiş ve yerine, önceden hedeflenen birçok kararın rahatlıkla alınabildiği 2. Meclis açılmıştır. Böylece Lozan imzalanmış, halifelik kaldırılmış, tevhidi tedrisat kanunu çıkarılmış, tekke ve zaviyeler kapatılmış, hicri takvim lağvedilmiş ve şapka kanunu ile niceleri kurban edilmiştir.

Evvela, resmi olmasa da “Hâkimiyet-i Milliye Bayramı” olarak adlandırılan 23 Nisan, 1935 yılında “Ulusal Egemenlik Bayramı” olarak kanunla resmi bayrama dönüşmüştür. 23 Nisan, zaman içerisinde eski adı “Himaye-i Etfal Cemiyet-i Umumiyesi” olan Çocuk Esirgeme Kurumu yöneticileri tarafından başta “çocukları koruma günü”, daha sonra “çocuk günü” olarak ilan edilen gün ile birleştirilmiş ve ancak 12 Eylül darbesinden sonra “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” olarak resmileştirilmiştir. Ve ilk kez bu dönemde “Ulusal Egemenlik” ve “Çocuk Bayramı” birlikte anılmaya başlanmıştır.

Tarih boyunca egemenlik, özgürlük ve hürriyet ideali ile direnen toplumların başarısının, maneviyat ile donanmış bir nesille gerçekleştiği bir hakikattir. Egemenlik bayramını çocukların bayramı ile birleştirme kararıyla birlikte atılması gereken adım, arzu edilen hedef ve ideale ulaşmaya imkân sağlayacak manevi bir anlayışa sahip olan neslin yetiştirilmesidir. Bir yandan egemenlik hedefinde olup, bu ideali gerçekleştirecek nesli göz ardı etmek akıl kârı değildir.

Kutlaması yapılan egemenliğin hangi koşullarda elde edildiği, nasıl bir nesille kazanıldığı ve ödenen bedeller göz ardı edilerek, hatta zaferi getiren anlayış ve inanca düşmanlık yaparak bu bayramların kutlanması, akla ve hakikate aykırıdır. Kutlamalar adı altında kutsal değerlerin çiğnendiği, ahlak ve edebin terk edildiği koşullarla bir egemenlikten söz edilemez. Zira egemenlik sadece fiziki koşullarla sınırlı değildir. Mücadele edilenlerin hayat tarzı ve anlayışını kuşanmak da ayrı bir esaret göstergesidir. Aynen Aliya’nın dediği gibi; “Savaş ölünce değil, düşmana benzeyince kaybedilir.”

İman, Kur’an, ahlak ve edeble yetişen bir nesle tahammülü olmayan sözde çağdaş ve ilericiler, bu hali gericilik, çağdışılık ve zorbalıkla tarif etmekte ve kutsala karşı durmaktadırlar. Bunun bir ırk ayırımı da yoktur. Düşmanlık kutsala olunca Arab’ı da Türk’ü de Kürd’ü de aynı yolda yoldaş olmaktan çekinmemektedir. Yeri gelince dualarla açılan meclis kürsüsünden bile kinlerini kusmakta ve nasıl bir nesli hedeflediklerini çok net ortaya koymaktadırlar. Altında siyaset yaptıkları meclisin nasıl açıldığını ve verilen mücadelenin imanla gelen bir cesaretin sonucu olduğunu görmek istememektedirler.

Bilinmelidir ki, bugün yapılan kutlamaların sebebi olan zaferler, ancak ve ancak imanlı nesiller tarafından elde edilmiş ve bugün mücadele ile direnişin en yücesini veren Gazze de bu anlayışın en canlı şahidi olmuştur. Sol ve diğer İslam dışı ideolojiler siyonistlere karşı direnemezken, Şehid Şeyh Yasin’in imanla yetiştirdiği nesiller onlara karşı hakkıyla direnmiş, zelil etmiş ve tüm dünya kamuoyunda stratejilerini yerle bir etmişlerdir. Bu şanlı direniş, maneviyat olmaksızın hakkıyla bir mücadelenin verilemeyeceğinin en güzel örneğidir.

Bu hakikatleri göremeyenler, kör olsa gerek…