Türkiye, tarihi boyunca birçok kırılma noktası yaşadı. Darbeler, muhtıralar, ekonomik krizler ve son yıllarda yaşanan terörle mücadele süreci, ülkenin toplumsal ve siyasal hafızasında derin izler bıraktı. Ancak son dönemlerde, özellikle terörün büyük ölçüde kontrol altına alınması ve Türkiye’nin kendi iç gündemine daha fazla odaklanma imkânı bulmasıyla birlikte, artık daha yapısal ve kalıcı adımların zamanı geldiğine dair ortak bir kanaat oluşmuş durumda. Bu bağlamda gündemin en sıcak başlıklarından biri de yeni anayasa meselesidir.

1982 Anayasası, 12 Eylül darbesinin ardından hazırlanmış ve bir askerî rejimin izlerini taşıyan, otoriter bir metin olarak ülke yönetimine yön vermeye çalışmıştır. Sağcısıyla solcusuyla, muhafazakârıyla liberal kesimiyle hemen herkesin ortak noktada buluştuğu belki de nadir konulardan biri, bu anayasanın artık Türkiye'yi taşıyamadığıdır. 82 Anayasası, darbeci askerlerin kaleminden çıktığı için meşruiyet problemi hiçbir zaman tam olarak aşılamamıştır.

Bugün geldiğimiz noktada, artık bu ülkenin sivil bir anayasa ile yönetilmesi gerektiği konusunda neredeyse kimsenin ciddi bir itirazı yoktur. Ancak, anayasanın nasıl yapılacağı, neleri kapsayıp neleri dışarıda bırakacağı konusunda ciddi fikir ayrılıkları bulunmaktadır. Özellikle ilk dört madde, yani devletin şekli, Cumhuriyetin nitelikleri, Atatürk milliyetçiliği ve laiklik gibi hususlar, üzerinde tartışma yapılması dahi teklif edilemeyen “dokunulmaz” maddeler olarak anayasada yer alıyor. Bu maddelerin akıbeti, yeni anayasa sürecinin en büyük düğüm noktalarından biri olacağa benziyor.

Mevcut anayasa, Atatürk ilke ve inkılaplarını merkeze alan bir ideolojik çerçeve üzerine kuruludur. Bu da toplumu homojenleştirme çabası güden, farklı kimlik ve inançları “tehlike” olarak gören bir yaklaşımın ürünüdür. Oysa modern anayasalarda beklenen şey, toplumu oluşturan tüm bireylerin kendini içinde bulabileceği bir ortak sözleşme metnidir. Anayasalar, toplumun üzerinde uzlaştığı bir çatı metin olmalıdır. Belli bir ideolojiyi dayatan değil, farklılıkları kuşatan bir hüviyet taşımalıdır.

Bugün Türkiye’nin kahir ekseriyeti Müslümandır. İnsanların, inançlarını hayatlarına yansıtma biçimleri farklı olsa da büyük çoğunluğu kendini İslam’a nispet etmektedir. Kur’an’a veya Hz. Peygamber’e yönelik saygısızlıklar karşısında toplumsal duyarlılığın yüksek oluşu, bu kimliğin ne kadar derinlerde yaşandığını açıkça ortaya koymaktadır. Bu gerçeklik göz önünde bulundurulduğunda, yeni anayasanın ruhunda da bu toplumsal hassasiyetin ön plana çıkarılması kaçınılmazdır.

Eğer gerçekten toplumun değerlerine saygılı bir anayasa yapılacaksa, "İslam’ın ruhuna aykırı kanun yapılamaz" gibi bir ifadenin anayasal çerçevede yer alması doğal karşılanmalıdır. Bu, şeriatın ilanı anlamına gelmez. Aksine, çoğunluğu Müslüman olan bir toplumda, hukuki metinlerin bu kültürel ve dini altyapıyla çatışmaması gerektiği anlamına gelir. Laiklik ilkesinin bu ülkede nasıl uygulandığı da ayrıca tartışmalıdır. Devletin dinle ilişkisi, Batı’daki laiklik anlayışından ziyade, din karşıtı bir pozisyon alarak uygulanmış; bu da dinî değerlere karşı sistematik bir baskıya dönüşmüştür.

Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren benimsenen ideolojik kalıplar, Türkiye’yi çağdaşlaştırmak bir yana, toplumu kendi köklerinden koparmış, devlet-millet arasındaki güveni zedelemiştir. Eğitimde, teknolojide, sanayide ve bilimde ülke uzun yıllar boyunca geri planda kalmış, potansiyelini gerçekleştirememiştir. 2000'li yılların başından itibaren başlayan değişim süreciyle bazı alanlarda önemli ilerlemeler kaydedilmiş olsa da anayasal zemin bu dönüşüme ayak uydurmakta yetersiz kalmaktadır.

Yeni anayasa sadece teknik bir düzenleme değil, aynı zamanda Türkiye’nin kimliğini yeniden tanımlayacağı tarihî bir eşiktir. Herkesin kendini içinde görebileceği, kimseye bir ideolojiyi zorla dayatmayan, inançlara ve yaşam tarzlarına saygılı, çoğulcu bir anayasa yapılabilirse, Türkiye’nin gerçek potansiyeli açığa çıkacaktır. Bunun için de cesur adımlar atmak gerekiyor.