Babasından, o da dedesinden dinlemişti:
Çankaya dedikleri devasa metropol, bağlık bostanlık bir yermiş. Hacettepe`den her sabah kalkar, bostanını sular, erik ağacının dibinde nefeslenir; menemenini yer, ayranını tepesine diker, pınardan suyunu içer; akşam ezanıyla evine düşermiş.
İki göz, bir sofa`da oğlunu everip, kızını gelin etmiş; torununun kulağına ezan okumuş; Yaradan`a şükredip, muhanete muhtaç olmadan yaşamışlar.…
Bin dokuz yüz otuz……
Kazması küreği omzunda, nacağı belinde; bohçası, küreğin sapında;
tarlasına varınca bir de ne görsün, 'hokumet adamının elinde mezro, bir o yana bir bu yana ölçüp biçiyor;
bir anlam verememiş; içi ürpermiş; yüreği yerinden oynamış:
'Selamünaleyküm beyim, hayırdır inşallah''
Adamlardan biri: '
'Hükumet selamını öğretmediler mi sana?''
''O ne ki?''
'Devlet memurunun yanına girdin mi, günaydın, diyeceksin, şapkanı karnına yapıştırıp hazırolda duracaksın; anladın mı?'
'Anladım, anlamasına da kusura bakmazsanız, bir şey soracağım; tarlamda...'' der demez, ikisi birden avazları çıkana kadar gülüyor, yerlere yatarak yuvarlanıyor; ağza alınmadık küfürler savuruyorlarmış.
Bizimkisi ne olduğunu anlamaya çalışıyor; akıl sır erdiremiyormuş.
'Bas git dayı, işimiz başımızdan aşkın; senin tarlanın yerine banka yapılacak, aha da planı, tamam mı?''
Adam oracıkta yığılıvermiş; komşu tarlada çalışan ırgatlardan biri, evini biliyormuş; adamı kağnıya attığı gibi evine bırakıvermiş.…
Olanları çoktan duymuş olan ailesi; gözlerini açınca, sabır yüklü cümleler sıralamışlar. Çok sürmemiş; adama inme inmiş. Ne yaptılarsa çaresiz.
Bunu hak etmemişti. Balkan Harbi`nde serseri kurşun, sol kulağını almış; büyük oğlunun çiçek`ten toprağa girdiğini, Galiçya`dan dönerken öğrenmiş; yediği içtiği zehir olmuştu.
Dizlerinden birine azıcık derman gelmiş. Neden sonra bastonuna tutunarak 'vilayet`in kapısını çalmış; çıkınını açıp, dede yadigarı tapuyu 'hokumet adamına uzatmış.
Memur, sağı solu gözetleyerek, adamın sağlam kulağına:
'Bu tapu eski harf; Arap yazısı iki sene önce kalktı. Şimdi yazılar Latince. Sen git, şehir Kulubü`ne. Hakimlerden birine yalvar, razı et; tarlan gitti, hiç olmazsa istimlak al, üç beş kuruş. Benim akıl verdiğimi de deme sakın!''
Ankara Ulus`taki Şehir Kulübü, çimento fabrikası gibi dumana boğulmuştu; kırmızı örtülü yuvarlak masalar, sabaha dek seçkin(!) misafirlerini ağırlıyor, devlete millete büyük hizmeti geçmiş(!) zevat, yorgunluk atıyordu.
İzmirli avukat, Balıkesirli hakim, Bursalı mal müdürü, Batı Trakyalı doktor, Galatalı sanayici; iviç, yan, ikis, oviç soyadlı yeni dostlar; saygıdeğer hanfendiler, beyfendiler(!)…
Komün hayatın tadını çıkarıyorlardı: 'Bana bu dansı lutfeder misiniz?''
Masaların etrafında, bordo ağızlıklarına taktıkları kahverengi puroları keyifle tüttürüyorlar; yeni dünya düzeninin şerefine kadeh kaldırıyorlardı.
Hem sonra, gül gibi geçinip gitmek varken niye savaşmışlardı ki! Çok şükür(!) ailelerinde eğitim zayiatı yoktu! Hiçbiri Çanakkale`ye katılmamıştı.
Adam, İtalyanların gaz odalarını andıran mekana girer girmez, bayılacak gibi olmuş; cesaretini toplayarak masalardan birine yanaşmıştı:
'Hakim beyi arıyom!''
İçlerinde, henüz haysiyetini kaybetmemiş biri, karşı masayı işaret etti:
Öğlen keyfini kaçırmamaya özen göstererek: '
'Ne var!''
Anasının sütü gibi helal tapuyu hakime uzatmış;
'Senin gibi binlercesi var; iyisi mi, siz, gidin köyünüze; efendi efendi oturun! Köylü milletin efendisidir(!)'' cevabı, kanun gibi tesirini göstermişti.
Bir anda elinden bastonu kaymış; hakim, kendine vurduğunu sanıp kapıcıya havale etmiş; o da görev şuuruyla bir güzel benzetmişti.
Apar topar merdiven boşluğuna atmışlar; sürünerek dışarı çıkmış, gözüne ilişen bir değnek imdadına yetişmiş, Samanpazarı`nın yolunu tutmuştu.
Sabahçı kahvesinde, cebindeki son kuruşuyla utana sıkıla istediği, buram buram Anadolu kokan çayını yudumlarken, eşekten düşenin halinden anlayan biri yanına sokulmuş;
Etimesut`taki tarlasının, Seyran`daki bağının başına gelenleri…
Bir diğeri Çınçın`daki iki katlı kesme taştan evini satmayınca, bir gece nasıl da yangın çıkarılıp don gömlek' dışarı fırladığını…
Karakolda: 'Başın ağrır, bu adamlar azılı, Allah`a havale et!' dendiğini…
Öteki, Balgat`taki mahalle fırınının bir sabah yerinde yeller estiğini; hiçbir şeye değil de, Gölbaşı`ndaki değirmenden yeni öğütüp, ne zahmetlerle getirdiği unlarına acıdığını…
'Bunların hiç mi dini imanı yok!' sızlanmasıyla dinlemiş; ucuz kurtulduğuna(!) için için sevinmişti.
İki saatlik yürümeyle evine zor güç ulaşmış; kahvede tanıştığı 'Bizim burda ırgata ihtiyaç var' diyen ahbabının sözüne uymuş; Yozgat`ın Boğazlıyan`a doğru, yetmiş kuruşa tuttukları eski kasa kamyonetle yola düşmüşlerdi.
Anadolu insanı, yarım asırlık küslüğün ardından, şehri, Rüzgarlı`dan, Siteler`den, Ostim`den yeniden zorlayacaktı.
Meğer, Harf devrimi organize bir işti!
Tarık Sezai Karatepe