Gazze’de yıllardır süren insani trajedi, dünya siyasetinin merkezinde duran Birleşmiş Milletler’in (BM) işlevselliğini bir kez daha tartışmaya açmıştır. Özellikle son çatışma dönemlerinde üç bini aşkın çocuğun hayatını kaybettiği, yüzbinlerce sivilin yerinden edildiği, şehir dokusunun neredeyse tamamen yok edildiği bir ortamda BM’nin takındığı pasif tutum, artık sadece yetersizlik olarak değil, sistematik bir körlük ve vicdani çöküş olarak değerlendirilmelidir. Uluslararası hukuk, insan hakları, sivillerin korunması ve savaş suçları gibi kavramlar her fırsatta dile getirilmesine rağmen, bunların sahada karşılık bulmaması İslam dünyasında derin bir güvensizlik doğurmuştur.

BM’nin temel görevi, uluslararası barış ve güvenliği sağlamak, çatışmaları önlemek ve insan haklarını korumaktır. Fakat Gazze özelinde görüyoruz ki BM, bu sorumluluklarını yerine getirecek mekanizmalara sahip olsa dahi, fiilî olarak felç olmuş durumdadır. Bunun en temel nedeni, Güvenlik Konseyi’nin yapısıdır. Beş daimi üye tarafından neredeyse rehin alınmış bir sistem, insan haklarının değil güç siyasetinin gerekliliklerine göre hareket etmektedir. ABD’nin vetosuyla engellenen ateşkes kararları, siviller ölürken seyreden bir uluslararası düzeni normalleştirmiştir. Bu durum, sadece Gazze için değil, tüm dünya için bir tehdit niteliği taşımaktadır. Çünkü güce göre şekillenen bir düzen adalet üretemez; adalet üretemeyen bir düzen ise uzun vadede hiçbir coğrafyada barış sağlayamaz.

Bu noktada İslam ümmetinin sesinin gür çıkması, sadece dini veya duygusal bir talep değil, jeopolitik bir zorunluluktur. Dünyanın en büyük nüfus bloklarından birini oluşturan, stratejik enerji kaynaklarını barındıran, kritik geçiş yollarına hâkim olan İslam ülkeleri, uluslararası sistemde sahip oldukları potansiyel güçle kıyaslandığında son derece düşük bir temsile sahiptir. Bu dengesizlik, sadece Gazze meselesinde değil, Yemen’den Myanmar’a, Keşmir’den Sudan’a birçok konuda İslam dünyasının taleplerinin görmezden gelinmesine yol açmaktadır.

Dolayısıyla BM’nin köklü bir reformdan geçmesi artık ertelenemez bir ihtiyaçtır. Reformun merkezinde ise iki temel unsur yer almalıdır: adil temsil ve gerçek işlevsellik. Adil temsil, İslam ülkelerine uluslararası kararlarda daha etkili bir söz hakkı verilmesiyle başlayabilir. Bu kapsamda, İslam İşbirliği Teşkilatı’nın (İİT) BM içinde kurumsal bir aktör olarak daha fazla yetki kazanması, hatta Güvenlik Konseyi’ne İslam dünyasını temsilen daimi bir koltuk eklenmesi tartışmaya açılmalıdır. Bugün 1,8 milyar insanı temsil eden bir medeniyetin, uluslararası karar mekanizmasında hiçbir belirleyici güce sahip olmaması kabul edilebilir değildir.

İkinci unsur olan işlevsellik ise vetonun sınırlandırılmasıyla mümkündür. İnsanlık suçları söz konusu olduğunda vetonun geçersiz sayılması, BM’yi gerçekten insanlığın ortak vicdanını temsil eden bir kurum hâline getirebilir. Gazze’de yaşananlar, böyle bir düzenleme yapılmadığı sürece BM’nin sadece güçlünün çıkarlarını koruyan sembolik bir yapıya dönüşeceğini göstermektedir.

İslam ümmeti ise artık edilgen bir pozisyonda kalmamalıdır. Gazze meselesinde sergilenen duyarlılık, diplomatik ve siyasi koordinasyonla küresel bir etkiye dönüştürülebilir. Enerji politikalarından ticaret ağlarına, uluslararası yargı mekanizmalarından medya alanına kadar birçok stratejik alanda ortak hareket edilmesi, İslam dünyasının küresel sistemdeki ağırlığını artıracaktır. Böyle bir güç birikimi, BM reformunu sadece bir talep olmaktan çıkarıp uygulanabilir bir gerçekliğe dönüştürebilir.

Sonuç olarak, Gazze’deki soykırım ve insanlık dramı BM’nin yapısal sorunlarını acı bir şekilde gözler önüne sermiştir. Mevcut yapının devam etmesi, zulmün sürmesi anlamına gelecektir. Bu nedenle BM’nin daha adil, daha dengeli ve daha temsilî bir yapıya kavuşması şarttır. Ve bu dönüşümün en güçlü savunucusu, tarih boyunca mazlumların yanında durma sorumluluğunu taşıyan İslam ümmeti olmalıdır. Gazze’ye selam, direnişe devam!