Kadim toplumumuzun yapı taşlarından biri olan aile, tarih boyunca çeşitli tehditlerle karşı karşıya kalmış; ancak hiçbir dönem, bugünkü kadar kimliksel, ahlaki ve kültürel bir erozyona maruz kalmamıştır. Geleneksel değerleri, inanç temelli normları ve fıtrî yapıyı hedef alan söylemler, artık sadece bireysel tercih değil, kurumsal ve küresel bir ideolojik dönüşümün parçası hâline gelmiştir.
Ailenin krizini bir anne anlatıyor:
“Ben artık çocuklarıma hangi diziyi izleyip hangisini izlememesi gerektiğini anlatamıyorum. Çünkü hepsinde bir şekilde aileye aykırı bir yaşam biçimi normalleştiriliyor. Küçük oğlum ‘Anne, erkekler de erkeklerle evlenebiliyormuş, neden bizim dinimiz buna karşı?’ diye sorduğunda ne cevap vereceğimi bilemedim.”
Bu sözler, bize sadece bir annenin çaresizliğini değil, aynı zamanda toplumun temel değerlerini yıpratan, yıkmaya çalışan medya dilini ve dayatılan cinsiyetsizleştirme politikasını da açıkça gösteriyor. Bu, münferit bir vaka değil; aksine küresel bir sosyal mühendislik projesinin, özellikle genç zihinleri hedef aldığı bir dönemin özetidir.
Sapkınlıkların Yeni Kıyafeti: Normalleştirme Stratejisi
Günümüzde zina, sadakatsizlik ve cinsel sapkınlıklar sadece bireysel bir tercih gibi lanse edilmekle kalmıyor; aynı zamanda medyada, eğitimde ve sosyal ağlarda normalleştiriliyor. Nikâh dışı ilişkiler “özgürlük”, LGBTİ+ yaşam tarzı “cesaret”, evlilik dışı birliktelikler ise “çağa ayak uydurmak” olarak sunuluyor.
Bizim inanç ve geleneklerimizde aile, sadece biyolojik bir birliktelik değil, aynı zamanda ilahi bir emanet ve kulluğun bir parçası olarak tanımlanır. Kur’an-ı Kerîm’de Rabbimiz şöyle buyurur:
“Onlarla huzur bulasınız diye sizin için kendi cinsinizden eşler yaratıp aranıza sevgi ve merhamet koyması da O’nun varlığının delillerindendir.” (Rum, 30/21)
Bu ayet, ailedeki sevgi ve merhametin ilahi bir rahmet olduğunu ve bu yapının bozulmasının, sadece dünyevi değil uhrevi bir kayba da yol açacağını göstermektedir.
Kadının Rolü ve Feminizm: İki Uç Arasında Bocalamak
Kadınların maruz kaldığı haksızlıkları inkâr edemeyiz. Ancak çözüm, kadını aileden koparıp “bireysel başarı”ya indirgemek olmamalıdır. Feminizmin radikal yorumları, kadını erkekle sürekli bir rekabet içinde tanımlarken; annelik, eşlik ve aile içindeki emek, değersizleştirilmekte, modern kölelik olarak sunulmaktadır.
Bir baba, üniversite çağındaki kızının “evlenmeyi düşünmediğini” ve “çocuk yapmanın kariyer için engel olduğunu” söylediğini anlatırken, “Biz nerede hata yaptık?” diye soruyordu. Bu sorunun cevabı sadece bireysel değil; içinde yaşadığımız toplumun değer yargılarında aranmalıdır.
Aileyi Korumak Stratejik Bir Mücadeledir
Aileyi ifsada sürükleyen sapkınlıklarla mücadele, yalnızca bir görev değil; aynı zamanda sosyolojik ve kültürel bir zorunluluktur. Çünkü aile çökerse; birey dağılır, toplum yozlaşır, medeniyet biter. Bu nedenle;
Eğitim sisteminde aile temelli değerlerin yeniden inşası,
Medyada denetim ve ahlaki sorumluluk bilincinin artırılması,
Sivil toplum kuruluşları eliyle aile odaklı sosyal çalışmaların yaygınlaştırılması gerekmektedir.
Unutulmamalıdır ki, her anne-baba, çocuklarını koruyan bir kale; her aile, ümmetin inşa edildiği bir mihenk taşıdır. Bu kalelerin yıkılmasına seyirci kalmak, sadece bugünü değil, yarını da kaybetmek demektir. Yarınlarımızı kaybetmemek adına dünya ve Ukba’daki cennetimiz olan ailemize sahip çıkalım.
Kültür Emperyalizm’inin bu kalemizi tahrip etmesine asla izin vermemeliyiz.
Kültür emperyalizmi, tankla-topla değil; ekranla, dille ve fikirle yapılan bir işgaldir.
Hakeza önce tahrip eder, sonra tahrik edip bir hamleyle ele geçirir.
Öyleyse bu sinsi düşmana karşı her daim tam teyakkuz halinde olmamız gerekiyor.
Rabbim bizleri ve nesillerimizi, ifsatçı düşmanların şerrinden muhafaza eylesin inşallah!
Selam ve dua ile.