• DOLAR 32.45
  • EURO 34.829
  • ALTIN 2438.673
  • ...

Osmanlı Konstantinopel’i ile Habsburg Viyana’sının bir alamet-i farikaları da meydan okuyan şehirlerden olmalarıdır! Bunun içindir ki, her ikisi de bir şehirden daha fazlasıdır. Birbirine baş rakip ve dahi baş düşman olan bu iki payitahtın bir de temsil ettikleri değerleri ve dünyaya nizam verme mücadeleleri vardır. Neredeyse aralarında savaş hiç eksik olmamıştır. İki kıtayı birbirine bağlayan Boğaz’da tahtını kuran Sultanlar İslam adına Batı’ya sefer üzerine sefer düzenlerken, Hristiyan dünyasının savunmasını Viyana’nın kralları kutsal bir vazife olarak ifa ediyorlardı. Birbirine yakın tarihlerde dünya sahnesine çıkan ve güçlerinin büyük bir bölümünü birbirine karşı kullanan iki imparatorluğun son savaşları ise, birbirilerine karşı değil, birbirileriyle ittifak şeklindedir. Ölümleri de aynı safta ve aynı zamanda oldu.

Habsburgların mirası üzerine Avusturya Cumhuriyeti’ni kuranlar, krallık rejimine son verdiler, ama ne hanedanlığın üyelerini düşman bellediler ve ne de eserlerini tahrip etme yoluna gittiler. Laik olmaları nedeniyle Hristiyanlığın hükümlerine ve kilisenin devlet üzerindeki belirleyiciliğine son verirken de kan dökmediler. Vatandaşlarını dini ve etnik aidiyetleri üzerinden ötekileştirip inkâr, imha ve asimilasyon yoluna da gitmediler. Hele hele imparatorluklara yüzlerce yıl beşiklik ve başkentlik yapmış Viyana dururken, yeni bir başkent arayışları hiç olmadı!

İnsanı merkeze almaya yoğunlaştılar. Bir yandan şehrin fiziki yapısını ve çehresini insan dostu olarak geliştirirken, diğer yandan krallık döneminin insan hak ve özgürlüklerini kısıtlayan yasalarını ayıkladılar. Böylece şehre bir değer kattılar. Her ne kadar Cumhuriyetçilerin Viyana’sı, artık meydan okuyan ve dünyaya nizam veren bir şehir değil idiyse dahi, istikametleri daha güvenli ve daha bir güzel bir şehir idi. Viyana’nın bugün dünyanın en yaşanabilir şehri olarak anılıyor olması da bu çabaların eseridir.

Ancak İstanbul’un talihi Viyana’nınki gibi yaver gitmedi… Çünkü Osmanlının mirası üzerine Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar, saltanatı-hilafeti kaldırmanın yanı sıra kendileri gibi düşünmeyenleri de yeni bir toplum yaratmak adına envaiçeşit baskılara maruz bıraktılar. İstanbul’u bile düşman olarak bellediklerini söylemek ne abartıdır ve ne de haksızlık! Örneğin, kıtalararası imparatorluklara başkentlik yapmış İstanbul’u tereddütsüz bir şekilde başkent olarak kabul edeceklerine, o zamanlar ortalama bir şehir bile olmayan Ankara’yı başkent yapmalarının nedenleri bilinmeye ve üzerinde tartışmaya değerdir. Ayrıca bilinmesi gereken çok önemli bir diğer husus da, cumhuriyetçilerin başta İstanbul olmak üzere bütün Türkiye’de gerçekleştirdikleri zulümlerin Balkanlardaki Müslümanlara ve onların eserlerine karşı gerçekleştirdiklerinden aşağı olmadıklarıdır!

Avusturya’nın cumhuriyetçileri Viyana’yı Habsburgların mezhepçi, ötekileştirici ve baskıcı anlayışından kurtarıp tıpkı Osmanlı İstanbul’unun seviyesine doğru çıkarırken, Türkiye’nin cumhuriyetçilerinin ilk işleri, nice imparatorluklara başkentlik yapmış ve hepsinde de meydan okuyan ve dünyaya nizam veren özellikleriyle öne çıkmış İstanbul’a karşı savaş açmak oldu… Ve İstanbul Türkler tarafından fethedildiği 1453 yılından beri, yani 470 yıl sonra yeniden sakinlerinin milli, dini ve mezhebi aidiyetleri nedeniyle zulüm görmelerine şahit oldu. Hem de kendilerini Türk olarak tanımlayan ve eylemlerini de Türklük adına gerçekleştirenler tarafından…

Cumhuriyetin İstanbul’una bir göz atanlar, ilk cumhurbaşkanından sonuncusuna kadar İstanbul’un bir çeşit işgal altında olduğunu görürler.

Çünkü geçen yüz yıl boyunca değişmeyen tek şey; güvensizleştirilmiş olmasının yanı sıra eserlerinden yapılaşma politikalarına ve turizminden ticaretine kadar tahrip ve talan edildiği ve edilmekte olduğu iken, değişen-el değiştiren tek şey ise, İstanbul’a bu ihaneti yapanlardır! Bu dünya cennetinin sakinlerinden ziyaretçilerine kadar hepsi için cehenneme çevrilmesinde kimlerin ne kadar payının olduğu ise, ayrı bir araştırmanın konusudur… Zaten İstanbul’un benzersiz tabii ve tarihi güzelliklerinin tahrip ve talanının siluetini dahi bozacak kadar ilerlemiş olması da bu durumu yeterince anlatmıyor mu?

Sonuç mu? Cumhuriyetin yüzüncü yılına giren Viyana’nın sokakları neredeyse yüz yıl öncesinin İstanbul’undaki renkliliği yakalıyorken, İstanbul, güvensizliğin pençesinde kıvranmakta ve sokaklarında da faşizmin, “vatandaş, Türkçe konuş!” sloganları yankılanmaktadır! Geçen yüz yılın onca acı ve kanla yoğrulmuş tecrübeleri de gösterdi ki, hırsızı koruyan, katili kutsayan ve haini besleyen bu sistem ve insanlık suçlarıyla malul olan darbe artığı bu anayasa durdukça, İstanbul’un tahribi ve talanı da sürecektir. Bir de bir yandan bütün bu kötülüklerin suç ortağı olup, diğer yandan bizleri, atalarımızın Tuna kıyılarında ve Viyana önlerinde nasıl at koşturduklarıyla avutanlar var ki…

Anlayacağımız, İstanbulluları Viyana’ya modern köleler olarak mahkûm eden zihniyetten kurtarmalı ve İstanbul’u bu kesintisiz ihanet, tahrip ve talandan kurtarmak için yeniden fethetmeli, ama kimlerle ve nasıl?