İzmir’i anlamak ya da İzmir’e hakaret etmek
İzmir’le ilgili “muhafazakâr” dünyada olumsuz bir imaj var. “Muhafazakâr” dünyanın zihnindeki İzmir, dine karşı mesafelidir, moderndir, aşırı Batıcıdır.
Bu nedenle herhangi bir şehirde değerlere yönelik olumsuz bir tutumla, İzmir’de değerlere karşı olumsuz tutum aynı tepkiyi oluşturmaz.
Değerlere karşı saygısızlık, İzmir’den geliyorsa daha çok eleştirilir, sosyal medyada daha çok söz edilir ve İzmir’e hakaret için adeta fırsata dönüşür.
İzmir’de de bu yöndeki vakalar hiç eksik olmaz, henüz biri unutulmadan diğeri yaşanır. Böylece İzmir’in değerlere karşı duyarsız olduğu imajı sürekliliğini besleyerek korur.
İzmir’le ilgili olumsuz imaj o boyutlara varmış ki “Gavur İzmir” diye bir kavram dahi güncellenmiştir. Güncellenmiştir, diyoruz. Çünkü kavram, ta Miladi 14. yüzyıla dayanıyor.
İzmir, biraz sonra anlatılacağı üzere, İslam tarihinde “Ashab konağı” olmasından sonra, ilk kez 11. yüzyılda ilk Türk amirali olarak da kabul edilen Çaka Bey tarafından fethedildi; Çaka Bey’in vefatı üzerine bir daha Bizans’ın eline geçti. Aydınoğlu Umur Bey şehri 1328'de tekrar fethetti ama bu kez de 1344'te, Venedik, Cenova ve Rodos donanmaları şehri aldılar. Ondan sonra İzmir, Timur’un Anadolu’ya gelip fethetmesine kadar Müslüman İzmir ve Gavur İzmir olmak üzere ikiye ayrıldı. Vilayetin ana sahasını ellerinde bulunduran Müslümanlar, Batılıların elindeki sadece sahilde yer alan kale, liman ve yakın çevresinden oluşan dar şehir çevresini tarif için “Gavur İzmir” kavramını kullandılar.
Kavramın güncellenmesi ise bugünkü muhafazakâr dünyanın çok dışında, Kurtuluş Savaşı sırasında Yunanlıların İzmir’e yerleşmesinden dolayı Kuvâ-yi Milliye günlerinde yapılmış olmalıdır.
Tarihçesi bu şekilde olan bir kavramın bugün muhafazakâr dünyaya mal edilmesi, buna karşı Sol’a geçen İzmirlilere de bu kavramın dolaylı olarak bir iftihar kaynağı gibi sevdirilmesi, üzerinde çokça düşünülmesi gereken bir konudur. Bu düşünceyle analizimizde İzmir’deki kimlik değişimini işleyeceğiz.
İZMİR’İN İSLAM TARİHİNDEKİ NADİDE YERİ
İzmir, Batı Anadolu’da Ashabın (Allah hepsinden razı olsun) ayağının değdiği ilk yerlerdendir. Emeviler Devri’nde İstanbul’un fethi için gelen İslam ordularının konağıydı. Uzun bir deniz seferinin ardından ordu, İzmir’de konaklanır; ondan sona dinlenmiş ve hazırlıklarını tamamlamış olarak İstanbul surlarının etrafına gelirdi. Bu konaklamaların altı ayı bulduğu olurdu.
Malazgirt Savaşı’ndan sonra Türk emirlerden Çaka Bey, Bizans’ı tamamen ele geçirmek için yine İzmir’i karargâh edindi. Beylikler döneminde Aydınoğulları, İzmir ve çevresi üzerinden Avrupa kıtasına geçmeye çalıştılar. Osmanlı Dönemi’nde de İzmir’in İslam’ın Akdeniz hakimiyetinde çok önemli bir yeri vardır. Akdeniz hakimiyeti ise, sadece Akdeniz için değil, bütün İslam alemi için önemlidir. İslam alemi, eğer Endülüs’ü tamamen ele geçiren Batılılar tarafından henüz 16. yüzyılda istila edilmemişse bunu sağlayan Akdeniz kalkanıdır.
BUGÜNKÜ İZMİR SOSYOLOJİSİNE NASIL GELİNDİ?
Yıllar önce bir anı metninde okuduğum bir İzmir öyküsü, beni dehşete düşürdü ve o öyküde aynı zamanda Kürtlerin solculaştırılmasıyla benzerlikler buldum.
Dedesi kadılık yapmış olan anı sahibi, Rumeli kökenliydi. Ailesinin dindarlığına rağmen Sol görüşlüydü. Anılarında sıklıkla arkadaşlarıyla birlikte evine gittiği yaşlı halasından söz ediyordu. Halası, bütün aile ve hatta pek çok Rumelili gibi “sıkı” dindarmış, güzel yemekler yapar, ailenin gençlerine değer verir, onları evinde ağırlarmış. Anıların kahramanı ise Sol dünyaya geçtikten sonra aynı zamanda içkiye müptela olmuş hem halasının yemeklerini yemek hem de arkadaşlarıyla aynı anda içki içmek istiyorlarmış. Hala ise ağzına kadeh değeni kapıdan içeri almazmış. Anıların kahramanı, çözüm olarak paltosunun altına şişeleri saklayıp içeri sokmakta, sonra ayranı döküp onun yerine içkiyi doldurmakta bulmuş. “Zavallı halam, evini hala içki girmemiş bir yer biliyordu” diye bir de alay ediyordu.
Sonradan okuduğum şair ve öykücü Necati Cumalı’nın öyküsü de bu anının bende oluşturduğu izlenimi tamamladı.
Cumalı’nın öyküsü, İzmir’in kimlik dönüşümü öyküsü gibidir.
Cumalı, bütün eserleriyle İslam’ın sosyal yaşamdaki izlerine karşı mücadele eden bir ulusalcı sosyalist… Kendisini sosyalizm, ulusalcılık ve Kemalizm’le tarif eden bir avukat. Ancak avukatlığı sırasında Fransa’ya uzanmış ve oradan dönüşte, bir tür Tanzimat “aydını” gibi avukatlığı bırakıp edebiyata yönelmiş ve 1960’lı yıllardan sonra bütün sanatını “geleneksel yaşam” denen aslında, onunla İslam’ın toplumsal yaşamdaki izlerinin kast edildiği yaşam tarzına karşı kullanmıştır…
Asıl adı Ahmet Necati olan ama pek çok solcu gibi yazarlık sürecinde ön adını terk eden Cumalı, kendisini şu sözlerle anlatıyor: “13 Ocak 1921’de Yunanistan Makedonya'sının Florina kentinde doğdum. Lozan anlaşmasından sonra ailem, 1924 Mart’ında İzmir'in Urla ilçesine yerleştirildi. Türkçeyi ilk olarak Rumeli aksanıyla öğrenmiştim.”
“1938’de İzmir Atatürk Lisesini bitirdim. Bu demektir ki bir göç yaşadım, dil değiştirdim. 1929 dünya ekonomik bunalımından sonra, Urla'da belediyenin açlara un dağıtmasına tanık oldum, sokakta açlıktan düşüp ölmüş yaşlı insanlar gördüm. Bu olayların
yanı sıra, Cumhuriyetin ilânından Atatürk'ün ölümüne kadar süren bir inanç döneminin umutlarını, coşkusunu paylaştım. Bu dönemi öteden beri toplumumuzun ümmi bir
topluluk olmaktan çıkıp “ulus olma” dönemi olarak adlandırırım. Atatürkçülükten anladığım özet olarak bu çabadır benim.”
Cumalı’nın anlattıkları sıradan bir yaşam öyküsü, onun Atatürkçüleşmeyi uluslaşma olarak görmesi de sıradan bir “Cumhuriyet aydını” öyküsü gibi görülebilir. Bunun için onun yaşam öyküsünde biraz daha gerilere gitmekte yarar var. Öykünün o yıllarını ise şöyle anlatıyor Cumalı: “Benim büyükbabam “hattat”tı. Elyazması Kur’an'ı var. Erkek çocuğu için Kur’an yazmış. Onun arka sayfasında “Ahmet doğdu 31 Kanunuevvel 1336” der.”
Sanırım mesele anlaşılmıştır. Doğum tarihi bizzat elle yazılan Mushaf’ın kapağına yazılmış bir çocuğun, ulusalcı Sosyalist olarak İslam’ın toplum hayatındaki izlerine karşı mücadele etmesi, toplum yaşamında görülen bütün aksaklıkları İslam’la ilişkilendirerek İslam’a karşı yürütülen dezenformasyon savaşında yerini alması…
Bu aslında pek çok Cizreli, Diyarbakırlı, Muşlu mollanın çocuğunun da hikâyesi olduğu gibi pek çok İzmirlinin de hikayesidir ve bu hikâye kendiliğinden, yani tabii seyri içinde gelişmemiştir. Cumalı veya Cizreli mollanın çocuğu, bu hikâyenin öznesi değildir. Bu hikâyenin kendisini özne zanneden nesnesidir… Mefula, fail havası verilerek onun acıyı hissetmesi engellenmiştir…
Kim bilir, belki de İzmir’de cami hoparlörlerinden Çav Bella dinletenin de dedesi, henüz mümeyyiz bile olmadan cami halılarına alnını koymuştur.
Bugünkü İzmir sosyolojisinin bir yanı Batı Anadolu Müslümanlarına diğer yanı Rumeli ve Ege-Akdeniz adaları Müslümanlarına dayanıyor.
Balkan savaşları ve Ege adalarının istilası ile oralardan pek çok Müslüman İzmir’e gelip yerleşti. Daha büyük kitle ise Lozan Antlaşması’na konan ve aslında Balkanların İslamsızlaştırılması amacına dönük olan “Mübadele” maddesi ile İzmir’e geldi.
Yerleşik Batı Anadolu Müslümanları da Rumeli’den gelen Müslümanlar da anlatılan öykülerde geçtiği üzere İslam’a sıkı sıkıya bağlıydılar. Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki devrimlere de bu bölge muhalefet etmiş, nitekim bölgenin dindarlığının infazı için kullanılan Menemen Olayları da burada yaşanmıştı. (Sanırım 2010 yılında gittiğim Menemen’de o kadar çok içkili yer görmüştüm ki “Burada içkiden başka bir şey içiliyor mu?” diye sormuştum. Oysa Menemen, bir zamanlar Anadolu’nun en dindar yerleşimlerinden biriydi, bir ilim ve tasavvuf dergahıydı.)
Cumhuriyet’ten sonra CHP’ye karşı tek muhalif parti Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Şeyh Said Vakası’ndan hemen sonra 5 Haziran 1925’te kapatıldı.
Mustafa Kemal, beş yıl sonra arkadaşı Fethi Okyar’a yine muhalefet adına Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı kurdurdu. Ancak İzmirliler, CHP’ye öylesine keskince muhaliflerdi ki anlaşmalı bir muhalifi dahi gerçek bir CHP muhalifi gibi bağırlarına bastılar.
Fethi Bey, 4 Eylül 1930’da İzmir’e gittiğinde “Bütün sahil halkla dolmuştu.” CHP’li Sabri Bey, manzarayı görüp halka “Namussuzlar!” diye hakaret etti. Bunun üzerine galeyana gelen kalabalığı dağıtmak için polis ateş açtı, onlarca kişi yaralandı ve 14 yaşındaki bir çocuk da hayatını kaybetti.
Öldürülen çocuğun babası kucağında onun cesedi ile, Fethi Bey'in yanına koşar. “İşte size bir kurban, başkalarını da veririz. Yalnız sen bizi kurtar.” der ve ağlayarak Fethi Bey'in ellerine sarılır. Vakadan sadece üç ay sonra, 23 Aralık 1930’da Menemen Vakası olur. Daha önce Şeyh Said Vakası’ndan sonra, Şark uleması hep asıldığı gibi İzmir ve çevresinin nice şahsiyeti de idam edilir. Vakadan sonra, ta İstanbul’dan götürülüp karakolda infaz edilen eski Şeyhülmeşayih Esad Erbîlî Hazretleri de Hamid Algar’ın ifadesiyle aslında Balkan Müslümanları üzerindeki etkisinden dolayı cezalandırılır. Bu arada vakadan sonra, aynen Şeyh Said Vakası’ndan sonra Terakkiperver Fırka’nın kapatılması gibi Serbest Fırka da kapatılır.
İzmir, bu operasyona rağmen muhalif kimliğini korur ve Demokrat Parti (DP) kurulduğunda Adnan Menderes’in kalesi olur.
DP, 1950 seçimlerinde %53,5; 54’te %58,6 almıştır. 1957’de bütün Türkiye’de DP’nin oyları düşmüş ama İzmir bir kez daha %54,7 ile DP demiştir. İzmir için o yıllarda en büyük şenlik anlarından biri, Menderes’in İzmir’e geliş günleriydi. Menderes, pek mühim sözünü İzmirliler önünde coşkuya kapılarak söyledi.
1960 İhtilali’nden sonra oluşturulan 1961 darbe anayasasına “Hayır!” diyebilmiş nadir birkaç ilden biri de bölgenin diğer illeri Manisa, Aydın ve Denizli ile birlikte İzmir’dir. İzmir, o anayasaya %50,2 ile “Hayır!” dedi.
İzmir, bu direnişini 1970’li yılların başına kadar Adalet Partisi’ni destekleyerek sürdürdü ama nefesi sonunda 1973’te tükendi. Zira 1960 İhtilali ile Türkiye’de toplumu Solculaştırarak sisteme kazandırma sürecine geçilmiş ve bu süreçten en çok Şeyh Said Vakası’nın yaşandığı Diyarbakır çevresi ile Menemen Vakası’nın organize edildiği İzmir çevresi etkilenmişti. Diyarbakır o yıllarda vaziyeti kısmen kurtarmış ama İzmir’de yatılı okullara alınan Rumelili gençler, ulusalcı sosyalizmin en sert versiyonuna müptela olmuşlardı.
BUGÜN İÇİN ANLAMAK YA DA HAKARET ETMEK
İzmir’e yaşatılan bu değişime ilk kez 1980’den sonra Turgut Özal müdahale etti, muhafazakâr Burhan Özfatura’nın belediye seçimini kazandığı şehirde bir takım dindarlaştırılma projeleri yürütüldü. O koşullar içinde Refah Partisi’nin özellikle Adil Ekonomik Düzen projesi de İzmir’de yazıldı. Ama İzmir’de ısrarlı bir dönüşüm gerçekleştirilmedi. İzmir, genel olarak ulusalcı Sol kimlik üzerinde, Batılı yaşam tarzını “çağdaş yaşam” diye sıkıca benimsemiş bir şehir olarak kaldı. Zaman zaman İzmir’de yaşanan menfi vakalar da bu kimliğin birer yansımasıdır.
Bugün bu sürece bakıp “İzmir’i anlamak mı İzmir’e hakaret etmek mi?” sorusunu cevaplamak gerek… Hakaret, kolaycılıktır; sorumluluğun yükünden kaçıp sahte bir rahatlığı tercih etmektir. Anlamak ise zorluğu göze almaktır, sorumluluk yüklenmektir.
Bunca operasyona uğramış İzmir’e ne verildi ki İzmir’den ne bekleniyor? Unutmamak gerekir ki bizzat “Gavur İzmir” söyleminin muhafazakâr kesime mal edilerek güncellenmesi dahi o operasyonların bir parçası olabilir. O söylemle bizzat dindar kesimin zihin dünyasında İzmir olumsuzlanarak, İzmir ile dindar kesim arasında sınırlar konarak, İzmir’in 1960’tan sonra üretilen kimliği korunmak istenmiş olabilir.
Bizim bu hâl içinde gerçekten İslamî irşadı, daveti, tebliği gözden geçirmeye ve ihya etmeye ihtiyacımız vardır.