İnsanların giderek yalnızlaştığı bir çağda yaşıyoruz. Türkiye’de tek başına yaşayan hanelerin oranının yüzde 20’ye ulaşması tesadüf değil, toplumsal yapımızın sessiz ama derin bir dönüşümün içinde olduğunun göstergesi. Bireyselleşme, sosyal izolasyon ve yalnızlık hissi artık sadece sosyologların konuştuğu kavramlar değil, günlük hayatta karşılaştığımız gerçeklerdir.

Kadına özgürlük, güç, bağımsızlık ve kendi ayakları üzerinde durma vaatleri toplumun geniş kesimlerinde karşılık buldu. Ancak bugün geriye dönüp baktığımızda, bu vaatlerin önemli bir kısmının kadınları özgürleştirmek yerine strese, tükenmişliğe ve yalnızlığa sürüklediğini görüyoruz.

Evet, kimse bunu yüksek sesle söylemek istemiyor ama ortada konuşulması gereken bir gerçek var. Feminizm, kadınları güçlendirme iddiasıyla ortaya çıkarken, onları yeni bir baskı sisteminin içine çekti. Üstelik bu baskı önceki sistemlerden daha görünmez, daha sessiz ve daha yıpratıcı.

Kadınların büyük çoğunluğu yıllardır aynı çelişkiyi yaşıyor. Bir yandan “Güçlü kadın her şeyi tek başına yapar” deniyor, diğer yandan “Niçin mutsuzsun?” diye soruluyor. Oysa kadının bütün yükü sırtına alması bir özgürlük değil, sadece çok güzel ambalajlanmış yeni bir hayat tarzı.

Bugün pek çok kadın, modern dünyanın dayattığı başarı ölçütlerinin altında eziliyor. Hem iş hayatında erkeklerle aynı tempoda çalışıyor hem ekonomik bağımsızlığını koruyor hem sosyal çevresini sürekli genişletiyor. Ama tüm bunlar yaşanırken kadının duygusal ihtiyaçları, manevi yönü ve toplumsal bağları görmezden geliniyor.

Dahası, “özgürlük” sloganı “yalnızlık” olarak geri döndü. Aile kurumunun değersizleştirilmesi, ev içi rollerin küçümsenmesi ve anneliğin adeta geri kalmışlık belirtisi gibi sunulması, kadınların kendilerini bulabilecekleri tüm doğal alanları daralttı. Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi ülkemizde de kariyer, statü ve bireysel başarılar mutluluğun tek adresiymiş gibi pazarlandı. Ama sonuç ortada, daha fazla depresyon, daha fazla kaygı, daha fazla izolasyon.

Bugün kadınların önemli bir bölümü, içten içe bir tükenmişlik sendromu yaşıyor. Enerjisi bitmiş, ruhu yorgun, kalbi yalnız. Her yere yetişmek zorunda hissediyorlar ama hiçbir yere ait hissedemiyorlar.

İş yerinde “erkek gibi güçlü”, sosyal hayatta “dışa dönük ve eğlenceli”, özel hayatında “bağımsız ama duygusal”, evde “her şeyi kontrol eden” olmaları bekleniyor. Bu kadar rolü aynı anda taşımak mümkün mü?

Belki de asıl soruyu sormak gerekiyor. Kadının omzuna bunca yükü kim koydu?

Yıllardır anlatılan hikâye, “Kadın özgürleşti.”

Aslında gerçek çok daha farklı, kadın, özgürleştiğini zannederken yeni bir sistemin içine hapsoldu.

Kadına dayatılan rekabetçi tempo “özgürlük” ambalajıyla sunuldu. Kadın bu tempoya ayak uydurmak için kendini zorladıkça, kendi doğasından uzaklaştı. Kadınların toplumsal rollerini küçümseyip onları sürekli daha fazla üretmeye, daha fazla koşmaya, daha fazla tüketmeye yönlendiren modern söylem, kadın ruhunun en temel ihtiyaçlarını görmezden geldi.

Bugün sade bir yaşam isteyen kadına kendini suçlu hissettiriyorlar. Daha sakin bir hayat, daha güçlü aile bağları veya daha yavaş bir çalışma temposu arzuladığında, toplum kadına “Yeterince güçlü değilsin” mesajı veriyor. Güçlü olmak her şeye yetişmek değildir.

Gerçek şu ki, kadının hakikî özgürlüğü, kendi fıtratına uygun bir hayat kurabilmesidir. Ne toplumsal baskıya boyun eğmek ne de modern dünyanın hırpalayıcı yarışına kapılmaktır. Gerçek özgürlük, kadınların kendi fıtratlarına uygun, Allah’ın istediği doğrultuda değerlerini öncelediği bir yaşam sürmesidir.

Bugün kadınların ihtiyaç duyduğu şey, daha fazla slogan değil, daha fazla hakikat.

Daha fazla bireysellik değil, daha güçlü aile bağlarıdır.

Yalnızlık çağında en çok kaybeden yine kadın oldu. Ama belki de en çok değiştirebilecek olan da yine kadındır.