“Vahdet bir arada görünmek değil, bir arada çalışabilme pratiğidir” der Ş. Rehber.
Genelde herkesin bildiği, ama ana fikrini büyük çoğunluğun ıskaladığı “körün fili tarif” metaforu vardır. Burada ıskalanan husus; “Parçaya ait bilgi, eğer bütüne teşmil edilmezse (uygulanmazsa) büyük bir “cehalet” ve “vahamet” ortaya çıkar ve hakikate de ulaşılmaz”
Buradaki cehalet; hakikatin, eksik algıdan kaynaklı, parçayı “bütün” sayma durumudur.
Vahamet ise; her birinin elindeki parçanın hakikatin bizzat kendisi olduğu tezi ile diğerleriyle amansız bir tartışmaya tutuşmaları ve bunu bir kör dövüşüne taşımalarıdır.
Bu hal hiç yabancı gelmiyor, değil mi?
Hikâye şöyledir. Hindistan’da 6 kör bir filin yanına götürülür ve her biri sadece filin farklı bir uzvuna dokundurulur. Sonrasında fili tarif etmeleri istenir. Filin hortumuna dokunan filin bir su oluğuna benzediğini söyler. Kulağına dokunan fili bir yelpazeye benzetir. Ayağını kavrayan fil, bir sütundur der. Kuyruğuna yapışan da filin yılana benzer bir şey olduğunu söyler. Dişini tutanda filin bir mızrağa benzediğini belirtir.
Mevlana der ki; fil ele sığmaz ki biri avucuna alıp tarif etsin.
Burada fil, hakikati temsil eder. Körler ise insan algısının ve anlayışının sınırlılığının temsilidir. Gerçekten de Müslüman olsun gayrimüslim olsun insan algısı ve anlayışı sınırlıdır. Marifetullah, gayb âlemi, kâinatın esrarı ve din olgusu ise adeta sınırsız denilebilecek boyutlardadır. Sınırsızı sınırlıya sığdırmaya çabalamak ya da sınırlı ile tartmak okyanusu bir kaba boşaltmak gibi bir durumdur. Yine Mevlana’nın deyişiyle “okyanus, nehre sığmaz ki.”
Bu konuda bazı muhakkikler şöyle bir temsil getirirler. Derler ki insan aklı bir kap misalidir. Marifetullah ise okyanus misalidir. Okyanus kaba boşaltılırsa, kap ancak kendi hacmince alır. Bir insan sadece sınırlı aklıyla Allah’u Teâlâ’nın varlığını anlamaya çalışırsa anlayamaz, şüphe ve tereddütten kurtulamaz. Peki, Rabbimizin varlığını nasıl anlayacağız. Bu konuda Rabbimiz kendisi çözüm veriyor. Kutsi bir hadiste şöyle buyurulur. “Allah celle celaluhu buyurdu ki: Ben hiçbir yere sığmam, mümin kulumun kalbi hariç.” Bu hadis bağlamında muhakkikler şunu söylerler. Her ne kadar akıl bir kap misali ise kalp bir ayna gibidir. Küçücük bir aynayı bile gökyüzüne doğru tutarsanız okyanusların binlerce kat büyüklüğündeki o atmosfer boşluğunu, gökyüzünü, yıldızları, güneşi, ayı hepsini içine alır. Kalp; aşkın ve iç dünyadır, basirettir. Yoksa bildiğimiz fizyolojik kalp kastedilmiyor. İman konusunda; hidayete adım atılır ve teslim olunursa, basiret devreye girer ve aklı ikna eder.
Bu açıklamadan sonra tekrar konuya dönecek olursak; bu bağlamda Müslümanların hakikat arayışında, İnsanın bir gerçekliği olarak algı ve anlayıştaki sınırlılığını göz önünde bulundurmaları, vahdet açısından bir zorunluluktur. Diğer fikir ve yaklaşımları önyargı ile toptan reddetme yerine, Marifetullah ve İslam’a dair ilmin sınırsızlığının bilinciyle bunların da hakikatin bir parçası olma ihtimalini göz ardı etmemeleri gerekliliktir. Önyargıyla bunu reddediş, farkında olmadan hakikati de reddediş durumuna düşürebilir. Üstad Bediüzzaman’ın dediği gibi “Benim fikrim HAK’tır denilebilir ama tek HAK benim fikrimdir denilmemelidir” Maalesef günümüzdeki Müslümanların bölünmüşlük ve parçalanmışlıklarının altındaki sebeplerin başında bu sakat yaklaşım gelmektedir.
İslam’ın akidevi - ibadi yönü, tasavvufi yönü, siyasi yönü, cihadi yönü gibi pek çok boyutu vardır. Resulullah sallallahu aleyhi wesellemin 23 yıllık nübüvvet sürecinde İslam’ın bütün bu boyutlarını ayan beyan görmek mümkündür. Her birisinin öne çıkması şartlar ve imkânlara göre olmuştur. Mekke’nin ve nübüvvetin ilk yıllarında akide ve imanın esasları ağırlıklı olmuş, Medine’nin ilk dönemleri toplumsallaşma ve cemaatleşme çerçevesinde geçmiş, son dönemleri cihat yoğunlukludur.
Elbette İslam’da tasavvuf, tarikat vardır fakat İslam sadece tasavvuftan ibaret değildir. Elbette İslam’da ilim, bilim medrese vardır, ama İslam sadece bir ilim ve bilim faaliyetinden ibaret olamaz. Elbette İslam’ın siyasi, sosyal yönleri vardır, toplum sevk ve idaresine dair projeleri söz konusudur. Anayasadan yasalara, tüzüklerden yönetmenliklere kadar hukuksal hiyerarşideki her bir kategoriye karşı gelen fıkhi, hukuki müktesebatı vardır, ama İslam sadece Şeriattan ibaret değildir.
Kısacası her bir İslami kesim; filin her bir uzvuna yapışan körün fili o parçasından ibaret olduğunu iddia ettiği gibi, kendisinin durduğu yeri, icra ettiği metodu ve hareket tarzını bizzat İslam’ın özü, aslı ve kendisi olduğunu savunur ve dayatırsa, ister istemez bölünmüşlüğe parçalanmışlığa sürükler ve vahdeti de imkânsız kılar.
Bu bağlamda tarikatçı İslam’ı sadece şeyh-tarikat çemberine sıkıştırıp siyasetçiyi reddederse; siyasetçi, İslam’ı sadece parti ve hareket çerçevesine sıkıştırıp mücahidi-cihadı reddederse; mücahede edenler, İslam’ı sadece cihat mantığıyla sınırlayıp geri kalan hepsini tekfir ederlerse; elbette bir vahdetten bahsedilemez ve Müslümanlar parça parça olur, yem olur, bugünkü fotoğraf ortaya çıkar.
Maalesef bugün öyle bir durum ortaya çıkmış ki; hangi İslami kesime gidip onlara vahdetten söz açarsanız, hemen merkez adres olarak kendi yapılarını gösterir ve diğer bütün yapıları, oluşumları birtakım olumsuzluklarla itham edip devre dışı bırakırlar. Bu sakat bir anlayıştır. Bundan çıkışın yolu da; teşbihte hata olmasın, adeta bir kurumlar federasyonu tarzı bir üst yapılanmadır. Nasıl ki İslami STK’lar federasyonu tarzı bir yapı mümkün olabiliyorsa o tarz bir “İslami Kurum ve Kuruluşlar Federasyonu” tarzı bir üst yapı oluşur, herkesin kendisini temsil ettiği temsilcileriyle bir “Temsilciler Meclisi” tarzı bir yapıyla İslami bir blok ortaya çıkar. Çaresizliğe bir alternatif ve pek çok sıkıntıya da bir derman olur.
Merhum Ş. Rehber’in işaret ettiği gibi İslam’ı; bir blok olarak bütün boyutlarıyla ele alan bir yaklaşım ve bu amaçlı kurum ve kuruluşlar mevcut tıkanıklığı açar ve aşar. Şöyle der: “İslam'ın tamamının bir blok olarak yürütülmesi gerekir. Tek farzı yerine getirip diğerlerini temennilere bırakmak iyilik genel gidişatını tıkamak olur. İyi kuruluş, iyi netice verir. Kötü kuruluş, iyi uygulansa da neticesi kötüdür.”
Hâsılı kelam; “Yanlış temelde doğru bina yükselmez…” Vesselam…