Dünya kaçınılmaz olarak hem olumlu hem de olumsuz yönde değişiyor, gelişiyor. İyiler en azından kötüler kadar “olumlu değişime” katkı ve katılım sağlamazlarsa kendileri de olumsuz gelişimin çarklarında öğütülürler.

Bu kaçınılmaz değişim, dönüşüm ve gelişimin öncülüğünü yapanlar, zaman zaman aldatıcı ve yanıltıcı maskeler takarlar. Senin gibi görünür, ama kendi gibi dönüştürürler. Adil görünür ama zulmün en katmerlisini adalet adına işlerler. Bunu en güzel Üstat Bediüzzaman tespit etmiş ve şöyle ifade etmiştir.

" Siyaset lisanında lafız ( söylem ) mananın zıddıdır. Zulüm, başına adalet külâhını geçirmiş. Hıyanet, hamiyet libasını giymiş. Cihada, bağy ismi takılmış. Esarete hürriyet namı verilmiş. Ezdad, (Zıtlar) suretlerini mübadele etmişler (değiştirmişler) "

Bir muhabbet ortamında Muhterem bir dost kendi bölgelerinde gerçekleşen bir çerçi olayını anlattı. Tam da trajikomik denilen bir vakaydı. Mizahi, espri tarafı kadar, düşündüren trajedi tarafı da vardı. Tam da Trump’ın bir yandan dünyadaki kargaşayı, keşmekeşi, savaşları tırmandırırken öte yandan Nobel barış ödülüne layık görecek kadar kendisinin barışçıl biri olduğunu dikte etmesinin numunesi gibiydi. Tabi tüm çerçileri tenzih ederiz. Her sektörün iyileri kötüleri olduğu gibi bu sektörün de iyileri ve kötüleri vardı. Trump örneğine denk düştüğü için maalesef burada olumsuz bir numuneyi paylaşacağız.

Şimdiki nesil pek bilmese de 1980’li yılların sonlarına kadar Anadolu’da çerçi denilen seyyar satıcılar vardı. Köylüler, özellikle de kadın taifesi pek şehre inmezdi. Çerçiler de at, eşek, katır gibi hayvanlarla bugün “bir milyoncu” diye tarif edilen küçük ölçekli AVM’lerdeki benzer eşya türlerinden bu hayvanlarla köy köy gezip satarlardı. Kimi de özellikle Serhad taraflarındaki meyve ve sebzeden yoksun köylere meyve sebze hizmeti sunardı.

Çerçiler sadece mal satmazlardı. Bir yönüyle yeni ürünlerle ya da köylüyü daha önce kullanmadığı alet edevatlarla tanıştırmak bir yönüyle gelişime de katkı sunarlardı. Öte yandan en taze haber ve dedikoduları köyden köye taşımakla adeta bir mobil magazin ve kültür elçisi görevi de ifa ederlerdi. Bazı Türk filmlerinde bu tarz çerçi tipolojileri başarıyla ele alınmış ve canlandırılmıştır.

Malum köylü milletinde özellikle de kadınlarda pek nakit para bulunmadığından dolayı peynir, çökelek, yün, yumurta, buğday, gibi köy ürünleri ile takas yapılırdı. Takastaki ölçü birimi ise bir tahta ya da demir çubuğun ucuna iplerle asılmış iki kefeden müteşekkil el teraziydi. 10 kilo, 5 kilo, 1 kilo ve onun alt katları olan 100 gram, 50 grama kadar şekillendirilmiş demir kütleler vardı. Bu kütle ağırlığına göre terazinin bir kefesine konulur, diğer kefesine ise satılacak ya da alınacak mal konularak ölçülür ve fiyatı biçilirdi. Çerçi fiyatı kendi insafına göre belirler, isterse çıkar, isterse iner müşterisinin durumuna, konumuna göre… Günümüzde bile değişmeyen ve rahatlıkla gözlemleyebileceğimiz kadınlardaki o yüksek dozajlı alışveriş ruhu ve arzusu, köy ya da yayladaki eşyaya erişim engeli ile birleşince, yüksek bir talep duygusu; çerçilerin seyrek gelişi ve sınırlı mal arzıyla bir araya gelince adeta bir tekel serbest piyasası şartları ortaya çıkardı. Çerçilerin geldiği gündüz saatlerinde genelde erkekler işte olur ve dolayısıyla başat müşteriler de alışveriş çılgını kadınlar ve çocuklar olurdu.

Hal böyle olunca bir sakız ya da bir düdük için ağlayan çocuğunu susturmak için anne, 1 kg peyniri ya da bir koyunun yarım yapağısını çok rahatlıkla gözden çıkarıverirdi. Yine genç kızlar babalarından, abilerinden şehirden isteyemedikleri tarak, ayna, krem, yazma, çeyizlik eşya gibi ürünleri çerçi tezgâhında gördüğü zaman fiyat rakamı ile pek ilgilenmez, zaten idrak da etmez, eldeki imkân, evdeki ürün ve çerçinin insafı ne fiyat ortaya çıkarmışsa, hemen okeylerdi. Hanım defalarca kocasından istediği ve her seferinde görmezden gelinen kap kaçağı çerçi tezgâhında gördüğü zaman karşılaşacağı her türlü koca muamelesini göze alır ve alışverişe son noktayı koyardı.

Velhasıl olay kahramanımız çerçi böyle bir vasatta işini yapar, ürünlerini satarmış. Piyasa belirleme ve ölçü koyma onun inisiyatifinde olduğu için: “Hanımlar ben ayağımı şehirde tarttım, tam bir kilo geliyor” dermiş. Ölçü tartı bilmez kadınlar da buna saf saf inanırlarmış. O yüzden peynirle alışverişe gelen bir hanımın belki 3-5 kilodan fazla peynirini terazinin bir kefesine koyduktan sonra, ayağını diğer kefeye koyar, basar ve onu dengeye getirmeye çalışır gibi yapar, sonra da göz ucuyla diğer kefeyi dikkatle süzer ve tam o anda da can alıcı güven sağlayıcı lafını söylermiş: “Bacım o parçayı al fazla geliyor, hakkın bana geçmesin” der, kadına küçük bir parça aldırır, ama ayağıyla da 3-5 kiloyu belki daha fazlasını 1 kilo diye kabına indirirmiş.

Tabi bunu duyunca direk Trump aklıma geldi. Kendisinin barış ve adalet ölçüsünü hangi kafaya göre belirlenmişse; hem Dünyadaki savaşı, çekişmeleri körüklüyor hem de çerçiler gibi ülke ülke gezip sahtekar alışverişlerle hesapsız kazançlar sağlıyor. Körüklediği savaşlar yetmiyormuş gibi barış havarisi kesilip tıpkı “ bacım o parçayı al fazla geliyor hakkın bana geçmesin” çerçinin söylemi gibi “Nobel ödülü benim hakkım” diye de söylenip duruyor.

Zalimlerin böylesine acımasız ve düzenbaz oldukları bir dünyada, saf ve naçar Müslümanları zalimlerin insafına terk eden bilinçli Müslümanların adl-i ilahide sorumluluktan kurtulamayacakları İslami referanslarla sabittir. O yüzden herkesin İslami ve insani bir vecibe olarak bulunduğu alanda elini taşın altına koyması, İslam’a ve Müslümanlara hamilik yapması özellikle böyle bir vasatta, en yüce bir erdem ve vazifedir. Vesselam…