İnsanlık kimliğini yitirmemiş olan her birey, bugün sadece kendi vicdanıyla değil, insanlığın geleceğiyle de bir hesaplaşmanın eşiğinde. Çünkü önümüzde duran tehdit, bir ideoloji değil yalnızca; bir yaşam biçimi, bir düşünce tarzı, bir modern kölelik biçimidir. Materyalizm.
Materyalizm, insanı kendi özünden koparan en güçlü silah haline geldi. Paranın, markanın, tüketimin, gösterişin esiri olmuş bir insanlık, kendi kendini gönüllü olarak zincirlemiş durumda. Bugün artık özgürlük bile bir meta haline geldi; satılıyor, pazarlanıyor, tıklanıyor. Her şeyin bir bedeli var ama hiçbir şeyin değeri yok.
Oysa bir zamanlar bu tablo tam tersiydi. Manevi değerlerin, ahlakın, vicdanın, merhametin hâkim olduğu dönemlerde materyalist düşünce küçük bir azınlıktı. Fakat onlar, planlı ve sistematik bir şekilde çalıştılar. Zihinleri dönüştürdüler, tüketimi bir ihtiyaç değil, kimlik haline getirdiler.
Ve sonunda, “tüketiyorum, öyleyse varım” diyen bir insan tipi ortaya çıktı.
Bugün geldiğimiz noktada, materyalizm zaferini sessizce kutluyor. İnsanlık ise kendi yenilgisini fark etmeye bile vakit bulamıyor. Çünkü herkes, indirimlerin, kampanyaların, yeni çıkan modellerin peşinde koşuyor.
Kasım ayı, bu çılgınlığın zirvesi oldu.
“Black Friday”, “Efsane Cuma”, “Kasım Fırsatları”... Ne isim verirsek verelim, sonuç değişmiyor: İnsanlar, ihtiyaç duymadıkları şeyleri, ihtiyaç duyduklarını sanarak alıyorlar. Üstelik bu, sadece cüzdanlarımızı değil, ruhlarımızı da boşaltıyor.
Bir zamanlar bayramlarda birbirine sarılan insanlar, artık sanal sepetlerde buluşuyor. Komşuluk yerini kargolara, sohbet yerini bildirimlere, sevinç yerini teslimat kodlarına bıraktı.
Maneviyatın yerini, “kaçırılmayacak fırsatlar” aldı.
İnsanın iç dünyasındaki boşluk büyüdükçe, onu doldurmak için daha çok tüketmeye yöneliyor. Bir çanta, bir telefon, bir parfüm… Her biri geçici bir tatmin, kısa bir mutluluk kırıntısı sunuyor.
Ama ardından gelen boşluk, her seferinde daha derin, daha karanlık oluyor.
Materyalizm artık yalnızca bir ekonomik sistem değil, bir inanç sistemi haline geldi.
İnsanları “daha fazla almaya” yönlendiren bu sistem, “tüketim çılgınlığı ile insanı insan olmaktan” uzaklaştırıyor.
Bugün dünyayı yöneten güçlerin çoğu, bu tüketim döngüsünün devam etmesi için çalışıyor. Medya, reklam, sosyal medya algoritmaları... Hepsi aynı amaca hizmet ediyor, insanları sürekli eksik hissettirmek. Çünkü eksik hisseden insan, daha kolay yönlendirilir.
Bir ürünü almazsa değerinin azalacağını sanır. Oysa gerçekte, o ürün değil, insanlığımız değer kaybediyor.
Bunca acı deneyim, bunca insani trajedi bize bir şey öğretmediyse, modern çağın bize sunduğu “ilerleme” masalına artık inanmayı bırakmalıyız.
Bu çağ, insanın ruhunu makineleştirirken, kalbini de tüketime kurban etti.
Artık maneviyatın son kalelerini korumak zorundayız. Çünkü materyalizmin orduları her yerde, alışveriş merkezlerinde, reklam panolarında, sosyal medya akışlarında, hatta çocuklarımızın hayallerinde.
İnsanın yeniden insan olabilmesi için, önce durması gerekiyor.
Bir şeyleri “almak” değil, bir şeyleri “anlamak” zorundayız.
Kalbin, ruhun, vicdanın, paylaşmanın, şükrün anlamını yeniden hatırlamak zorundayız.
Çünkü insanoğlu bir kez daha kendi özüne dönmezse, bu dünyada her şey olacak ama insan kalmayacak.
Materyalizmle mücadele, artık sadece bir fikir meselesi değil; bir varoluş mücadelesidir.
Kimliğini, vicdanını, maneviyatını koruyan insanlar bir araya gelmedikçe, bu gidişin sonu uçurumdur.
İnsanlık bir zamanlar nasıl değerleriyle yükseldiyse, yine değerleriyle kurtulabilir.
Yeter ki, şu yalancı ışıltıların ardındaki karanlığı görebilelim.
Yeter ki, sahip olmanın büyüsüne kapılırken “varlık sebebimizi” unutmayalım.
Kasım indirimlerinde satın aldığımız şeyler değil, belki de farkına bile varmadan insanlığımızı, benliğimizi, ruhumuzu alış-veriş sepetlerine bırakıyoruz. İnsanlar bir tarafta açlıkla, yoklukla mücadele ederken, bir lokma ekmeğe muhtaç iken biz Kasım indirimlerinde sepetlerimizi doldurmak için koşuyoruz.
Ne yazık ki alışveriş torbalarımız doluyor ama içimiz biraz daha boşalıyor.