Allah nasip etti Umre'ye gidip geldik. İlk defa gitmenin vermiş olduğu heyecan ile kutsal beldeleri ziyaret ettik. Önce Medine'ye sonra da Mekke'ye gittik.

Elbette Medine'nin ve Mekke'nin manevi havasına çarpılıyorsunuz. Orada ayrı bir atmosfere giriyorsunuz. Dünyevi olmayan uhrevi bir atmosfer yaşıyorsunuz. Hele Mekke'de ihrama girip kefeni giydikten sonra dünya ile irtibatınız tamamen kesiliyor. Hayatı kefenle bir ölü gibi yaşıyorsunuz. Ölmeden bir ölü provası yapıyorsunuz. Ahirete lazım olacak azıkları toplamaya başlıyorsunuz. İçinde hiç dünyalık yok. Sadece manevi azıklar var. Namaz, tavaf, dua, güzel ahlak, nefsi ayaklar altına alma, yardım ve durmadan hayır için bir hareket… Umre ile ahirete bağlanıyorsunuz.

Fakat bunların dışında dikkatimi çeken en önemli mesele İslam'ın fedakarlık dini olmasıdır. Mekke'ye, Medine'ye ve diğer yerlere baktığımızda Hz. İbrahim'in duasında dediği gibi ekin bitmeyen bir yer. 'Rabbimiz! Ben çocuklarımdan bazısını, senin kutsal evinin (Kabe'nin) yanında ekin bitmez bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için (böyle yaptım). Sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir, onları ürünlerden rızıklandır, umulur ki şükrederler.'

Medine'den Mekke'ye giderken yolda Bedir'e uğradık, geçtiğimiz yolun yarısında gördüğümüz sadece kara taşlar, tepeler, küçük küçük dağlar. 152 km'lik yolda düz bir yer yok gibiydi. Ne bir akarsu ne de ekin ekilen bir yer vardı. Otobüs ile gitmeye yorulduğumuz bu yerleri Resulullah(S.A.V) yayan ve develerle gidip geldiler.

Hz. İbrahim(A.S) ailesini getirip buraya yerleştirdiğinde kupkuru bir topraktı. Halbuki Hz. Hacer annemiz Mısır'dan gelmişti. Orası Nil vadisinin bereketli topraklarıydı. Hz. İbrahim(A.S), Kudüs'ten gelmişti. Orası deniz kenarı ve bağların, bahçelerin olduğu cennet gibi bir yer idi. Ama Mekke tam bir mahrumiyet bölgesiydi. İçmeye bile suyu yoktu. Gölgelenmek için ağaç yoktu. Sığınmak için bir mağara dahi yoktu.

Lakin Allah'ın emri vardı. İşte bütün denklemi değiştiren bu emir idi. Orada Allah'ın evinin temelleri vardı. Orada Allah'ın rızası vardı, orada Allah'ın insanlar için bir planı vardı. İşte oraya gelenler Allah'ın bu emrine itaat ederek geldiler. Oraya gelenler, Allah'ın rızasını kazanmak için geldiler. Dünyalığı ahirete tercih ettiler. Ahiretin varlığını dünyanın varlığına tercih ettiler. İlk fedakarlığı onlar gösterdiler. Onların o fedakarlığı bütün insanlığa örnek oldu. Bugün biz de bağlarımızı, bahçelerimizi, ticaretimizi terk edip oralara gidiyoruz. O eziyete, meşakkate ve zorluğa katlanıyoruz. Çünkü onlardan aldığımız bir ders vardır. Bu din ahireti dünyaya tercihe etme dinidir, bu din dünyadan ve dünyalıklardan feragat etme dinidir. Bu din fedakarlık dinidir. Ne kadar verir isen o kadar kazanırsın. Ne kadar kıymetlisini feda edersen o kadar kıymetlisini kazanırsın.

Bu fedakarlık ruhu peygamber efendimiz ve sahabe efendilerimizde de kendisini gösteriyor. O çöllerde sahip oldukları canları ve malları namına ne varsa İslam'a feda ettiler. İmandan hemen sonra fedakarlığa başladılar. Daha Mekke'de iken fedakarlık başladı. Candan ve maldan fedakarlık başladı. Sonra hicretler, sonra cihatlar, sonra fetihler…. Hep fedakarlık üzerine devam etti.

Bugün de bu din bizden fedakarlık istiyor. Allah'ın dinine yardımı istiyor. Ensarullah olmayı, rabbaniler olmayı istiyor. Bu dinin karakteri hiç değişmemiş. Müslümanın da karakteri hiç değişmemeli. İslam demek fedakarlık demek, Müslüman demek fedakar olan demektir. Allah'ım, bizi de sana teslim olmuş fedakarlardan eyle.