Büyük umutlarla bir araya gelmişti onlarca devlet başkanı.
“Gazze’de artık kan akmayacak!’ mesajını vermişlerdi büyük bir sevinçle.
‘Garantör’ olduklarını büyük bir övünçle belirtseler de birkaç gün sonra Yahudi Rejiminin saldırılarıyla yüzlerce insan vahşice katledildiğinde hiçbirinin çıtı çıkmamıştı.
Pardon sadece baş garantör Trump konuşmuştu. “israilin saldırma hakkı var!’ demişti Trump.
Yahudi Netanyahu sadece Gazze’ye saldırmıyor elbet.
Lübnan Hizbullah’ı ile Kasım 2024'te ateşkes anlaşması imzalanmasına rağmen, Lübnan'ın güneyindeki beş bölgede askerlerini bulundurmaya devam ediyor ve düzenli saldırılarını sürdürüyor.
Tarihsel süreçte yaşananlar öyle gösteriyor ki; İngilizlerin işgaline uğramış ve daha sonra (sözde) bağımsızlığını kazanmış hiçbir ülke rahat yüzü görmemiştir.
1889-1956 arasında İngiltere sömürgesi olarak varlık mücadelesi veren Sudan, İngilizlerin 1956’da çekilmek zorunda kalmasıyla bağımsızlığını ilan etti.
Ancak İngilizler burayı da meşhur ‘Karıştır bırak!’ stratejisiyle terk etti…
O gün bugündür Sudan rahat yüzü görmemiştir.
Resmi dili hala İngilizce olan Sudan’da İngilizlerin çekilmesiyle Güney Sudan’da merkezi yönetime karşı hemen isyan başlatılmış ve ülkenin tek parça olmaması, çevre ülkelerle birliktelik göstermemesi için burası desteklenmiş.
İsyan yıllarca canlı tutularak ülkenin kalkınması ve güçlenmesi engellenmiş.
MOSSAD ve İngiliz dış istihbaratı(MI6) yıllarca Güney Sudan’da çalışmalar yapmış ve burayı ayırmanın altyapısı hazırlanmış.
Nihayet Temmuz 2011’de Sudan uluslararası güçlerin siyasi müdahalesi ile ikiye bölünmüş ve Güney Sudan Hristiyanlık temelinde bağımsızlığını ilan etmişti. Hemen ertesi gün israil, Güney Sudan’ı tanıyan ilk rejim oluyor ve Güney Sudan’ın C. Başkanı iki gün sonra İşgal rejimine ilk ziyaretini yapıyor.
Şimdi El Faşir ve Darfur gibi yerlerde yaşananlardan sonra Gazze’nin burada yaşatıldığına şahit oluyoruz.
Tabii ki burada da başrollerdeki aktörler yine Siyonistler ile BAE.
Bu iki azgın rejim tüm İslam Coğrafyasını ateşe vermeye ahdetmiş gibi gece gündüz çalışırken hamileri olan ABD ise stratejik amaçlarına meşruiyet sağlamak için bahaneler üretiyor.
Trump yönetimi, Maduro’yu “uyuşturucu kaçakçılığı” iddiasıyla hedef gösterip onu Kartellerin en tepesindeki örgüt yöneticisi olarak ilan ediyor.
Maduro’yu terörize etmeye yönelik kampanya yürüten Washington kendince Venezuela’ya saldırmak için hukuki zemin hazırlıyor.
Venezuela’nın deniz ve hava üslerine yönelik hava saldırısı seçeneğini masaya koyan ABD donanması Karayipler’de askerî yığınağını yoğunlaştırıyor.
Trump’ın siyasetinde ticari saikler ön planda olduğu için onu ve hareket tarzını okumak o kadar da zor değil.
Trump, bir ülke ile ilgili önce gündem olacak açıklamalar yapar ardından orayla ilgili tehditkar ifadeler kullanarak gerginliği kontrollü bir şekilde yukarı taşır.
Siyaset Bilimci olan her devlet adamı bu hareket tarzının arkasında ticari kazanım hedefi olduğunu anlar ve buna göre siyaset belirleyerek gerekirse haracını vererek şerrinden korunur.
Trump son olarak yaptığı açıklamada Nijerya'yı hedef tahtasına koyarak savaş oklarını aniden o tarafa çevirdi.
Trump, Nijerya’ya saldıracaklarını ilan ederken çizgi film karakteri edasıyla konuşmakta adeta:
“Bu saldırı acımasız ve tatlı olacak!” diyor.
İnsanlar kriz noktalarına birinin daha ekleneceğinden endişe ederken ABD, Hristiyanlığın hamisi benim!’ ilanını da yapıyor bu arada.
“Nijerya'da rekor sayıda Hristiyan öldürüyorlar. Hristiyanları öldürüyorlar ve çok büyük sayılarda öldürüyorlar. Bunun olmasına izin vermeyeceğiz."
Birden aklına Nijerya’daki Hristiyanlar gelen Trump ve ekibinin yavaş yavaş ‘Son bir Haçlı Seferi’nden bahsediyor olmaları da ayrı bir ilginçlik!