Haftalar öncesinden başlardı öğretmenler. Cumhuriyet Bayramı Kutlamasına. Ciddi mesele olarak görülüyordu ama bu ciddiyet için biz ilkokul öğrencileri biraz abartılı elemanlar değil miydik?

Önce manga düzeni. Beşerli altışarlı sıralar. “Kolları uzaaat!” “Yerinde say!” “Uygun adım marş. Bir ki üç dört. Bir iki üç dört. Ve son sesle “Eskişehir, Eskişehir Yalçınkaya sarp yeri..” “Olmadı bir daha.” “Vur ayakları.” “Protokolün önünden geçerken ilk sıra başlar sağa, diğer sıralar başlar öne.” “Kollar aynı, ayaklar aynı, rap rap rap..”

Öğretmenlerin askerlikten kalma bastırılmış duyguları mıydı acaba diye sonraları çok aklımıza gelmiştir. Gerçi 71’e kadar okullarda zorunlu olan bir çeşit askeri şapka takma zorunluluğu bize çok da uzak değildi. Allah’tan, öğretmene filan askeri selam mecburiyeti getirmemişlerdi.

Halka karşı devletin aşırı derecede kendini belli etme ihtiyacı hissetmesi, devrimin halkla değil halka rağmen yapıldığının en açık karinesi idi. Ve bu belli etme yerleri de elbette ki halkla devletin temas ettiği en uç noktalar olan okullar olacaktı. Okulun daha avlusundan itibaren, devlet, o resmi, donuk, sert, soğuk yüzünü göstermeye başlardı. Sonra içeri girdiğinizde biraz daha ürperti kaplardı sizi. Kendi beldenizde, hür yaşadığınız kendi topraklarınızda, hissettiğiniz huzur ve güven, sizi, içinde devlet olan binalardan biraz kenara itiyordu. Karakol değildi ama devletti işte.

Ve kiminle kutlanacaktı bu bayram? Halkla. Nasıl kutlanacak? Ortak bir şeylerimiz paylaşılacak, ortak hisler canlandırılacak. Şiirler okunacak, günün anlam ve önemine binaen konuşmalar yapılacak. Tiyatro gibi bir takım gösteriler olacak. Halkın büyük bir kısmı, tarlada, bağda bahçede olacağı için katılım az olurdu ya neyse. Peki neden katılmayana ceza var dememişlerdi? Bayramdı ya, bayramda üzmek olmazdı. O yüzden galiba..

Neyse, aradan kırk beş yıl geçti. Şimdilerde bu törenler eskisi kadar cafcaflı değil. Fakat okulların o resmi yüzü hâlâ soğuk, hâlâ donuk, hâlâ ürperti verici. Bu, tam olarak oradaki ders faaliyeti yüzünden değil. Devlet, kendini halka belli etme modundan bir türlü çıkmadı. Halkına, “bak ben buradayım ha” demeye devam ediyor. Bir türlü sevdirememek, bir türlü benimsetememek, bir türlü halkla bütünleşememek, emin kılamamak. Bunun yerine arka planı hatırlatan bir simge ve siluet ile korkutarak idare etmek.

Sonra öğretmen olduk. O halde bile soğuktu. Camiyi tercih ediyorduk.

Sadece şu mesajı vermeliydi oysa: Bakın burası çocukların sadece sıralara oturup ders dinlediği sizin binanız. Hatta siz de gelin kenarda oturun, sırada oturun. Çayı, kahvesi sizin. Avlusu, bahçesi, salonu, kapısı sizin. Sizi ürküten ne varsa, ağır sözler, bir takım resimler filan hepsini kaldırdık. Her ders kitaptan yapılacak değil, Ali Amca bugün derste senin hikayen var, gelip şu anını anlatacaksın. Fatma Teyze, bugün okula getiriyoruz seni, çocuklar elini öpmek istiyor. Ve çocuklar vakit öğlen, camideyiz. Sonra Hoca bizde.

Nereden başlamalı?

Geçmişin tozunu tortusunu, pasını pasağını silerek başlamalı. Şu arşivleri açmalı ki yalancıların mumunun sönmesi için yatsı beklenmesin. Arşivler kimsenin malı olmadığına göre, bırakın bir şahit olarak konuşsunlar. Ve kim ne cürüm işlemişse herkes ayan beyan görsün.

İkincisi, tapınak dalkavuklarından, uydurma tanrıların soytarılarından korkmayın, korkutmayın. Onlara pirim vermeyin, onlardan rol çalmayın, onlara itibar etmeyin.

Üçüncüsü, cumhuriyeti laiklik şartına bağlamayın. İllâ ilkelerden söz edilecekse bunları adalet, hakkaniyet, uhuvvet, merhamet, çaba ve fedakarlık şeklinde anlatın.

Yoksa cumhuriyetli devlet bir türlü sıcak gelmeyecek.