Ve filmin sonuna geldik. Kırk yılı aşkın bir süredir kandan beslenen, terörü bir hak arama yöntemi olarak kullanan; kendi fikir, düşünce ve ideolojisinden başka hiç kimseye izin vermeyen, kendisi dışındakilere karşı ağır bir imha politikası yürüten, bütün güç ve kazanımlarını oluşturduğu korku psikozu üzerinden elde eden, en büyük katliamları güya hakkını aradığı Kürk halkına yönelik gerçekleştiren, özellikle İslam’a, İslami yapılara, ibadethanelere, hatta bireysel olarak dinini yaşayan Müslümanlara karşı büyük bir antipati besleyip bu antipatisini her türlü ortadan kaldırma yöntemiyle pratiğe döken PKK’nın elebaşı Abdullah Öcalan, PKK’ya silah bırakma ve kendini feshetme çağrısı yaptı.

Bu çağrının Kandil’de nasıl karşılık bulacağı konusu merak ediliyordu, nihayet o merak da ortadan kalktı. 1 Mart itibariyle ateşkes kararı aldığını ilan eden Kandil, bu kararıyla Abdullah Öcalan’ın çağrısına olumlu yanıt vereceğini ortaya koydu. Tamamıyla fesih işlemini nasıl gerçekleştireceği, silahlarını kime teslim edeceği, silah bırakanların nasıl bir işleme tabi tutulacakları, örgüt elebaşlarının nereye gidecekleri gibi meseleler de henüz cevap arayan sorular arasındadır. Çünkü bu sorulara cevap verecek olan devlettir ve devletin nasıl bir yasal düzenleme yapacağı henüz kamuoyunun bilgisine sunulmuş değildir.

Elbette en kötü barışın dahi savaştan iyi olduğunu söylemek ve kabul etmek gerekiyor. PKK’nın Türkiye halklarına yaşattığı 40 yıllık travmanın oluşturduğu derin yaraların, oluşturulan bu barış rüzgârıyla hemen şifa bulacağını söylemek çok zor. Özellikle her iki taraftan da bu savaş sebebiyle yakınlarını kaybeden insanların acılarının hemen dinmesini, yaralarının kısa sürede iyileşmesini beklemek yanlıştır. Ateşin uzak olduğu kesimler, bu barış rüzgârının havasına kapılıp sevinebilirler, ancak ateşin düştüğü yerin sahipleri için bu barış havası, sinelerindeki yangını daha da büyütmekten başka bir işe yaramayacaktır. Bu yüzden de ister devlet adına ister PKK adına toprağa düşmüş olan asker, polis, korucu, öğretmen ya da militan, milis, elebaşı, siyasetçi vs. kim olursa olsun, canlarını kaybedenler bu barış rüzgârına karşı tepkilidirler.

Bu açıklamaların hem yansımaları hem de tepkileri farklı kesimlerden gelmeye devam edecektir. Bu hususu burada bırakıp Abdullah Öcalan’ın açıklamalarına daha yakından bakmaya ve daha net çizgiler ortaya koymaya çalışalım: PKK ve Apo’yu eleştirenler, genellikle onun MİT elemanı olduğu ve PKK’nın da MİT tarafından kurulduğunu dile getirmektedirler. PKK’ya silah çağrısının içeriğine bakıldığında, bu iddianın çok da yabana atılır söylentiler olmadığını kabul etmek gerekmektedir. 2014 yılında İşçi Partisi tarafından dolaşıma sokulan Abdullah Öcalan’ın sorgu görüntüleri ve bu görüntülerdeki açıklamaları, aslında kimliğini açığa vurmuştu. Çok rahat bir ortamda ve üzerinde hiçbir baskının olmadığı anlaşılan görüntülerde Apo, devletten yeni görevler isteyerek şöyle demişti:

“Büyük Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ne hizmet etmek acılarımı biraz olsun hafifletecektir”, "Devlet bana hizmet imkânı versin, inanılmaz girişimler ortaya çıkacak", "Gel diyorsun şu doğru, yap... Yapayım. Benim için bir emir diyorum."

Silah bırakma çağrısında ise ayrı ulus-devlet, federasyon, idari özerklik ve kültüralist çözümleri, silahla hak arama yöntemini vs. reddetmiştir. Ayrışmayı, silahlı mücadeleyi, terörü vs. ayaklarının altına alan Apo’ya “Neden PKK gibi sadece kandan beslenen bir örgüt kurdurularak silahlı mücadele başlatıldı, neden 50 bine yakın insan öldürüldü, neden 400 milyar dolara yakın para toprağa gömüldü, bunca kan, acı ve gözyaşı ne içindi ve en önemlisi bu çağrı neye karşılık yapıldı?” diye sormak abes kaçar mı?