Medeni Kanunu’nun kabul edilişinin 99. yıl dönümündeyiz. Bu kanun, bilindiği üzere olduğu gibi İsviçre’den alınmış ve neredeyse hiçbir değişiklik yapılmadan topluma uygulanmıştır. O günün şartlarında bir “modernleşme hamlesi” olarak sunulan bu adım, aradan geçen yıllarda toplumsal yapımızda derin izler bıraktı, en çok da aile kurumunu sarstı.

Çünkü mesele yalnızca hukuk değildir; mesele, hukuk aracılığıyla hayatımıza giren zihniyettir. Ve bu zihniyet, bizim kültürümüzün, örfümüzün, inancımızın, toplumsal hafızamızın ürünü değil. Tam aksine, Batı toplumlarının birey merkezli aklını ve yaşam biçimini yansıtıyor.

Bugün geriye dönüp baktığımızda, aileyi koruması gereken yasalar aileyi korumadığı gibi, aile üzerinden toplumu dönüştürme misyonunu üstlendiğini görüyoruz. Yani kanun, bir kalkan değil; tam tersine bir değişim aracı olarak işlev görüyor.

Batı’nın toplumsal yapısının merkezinde bireyci anlayış, bizim ise toplumsal yapımızın merkezinde aile var. Bizde birey, aileden ayrı düşünülemez. Çocuğun varlığı, anne-baba ilişkisi, akrabalık bağları, hatta mahalle dayanışması; tüm bunlar bizim kültürümüzde bir bütünün parçalarıdır. Oysa Batı’dan alınan Medeni Kanun, bireyi merkeze alıyor. Anne babadan ayrı bir birey, eşten bağımsız bir birey, aileden özerk bir birey… Bu yaklaşım, her ne kadar özgürlük adı altında sunulsa da aslında aile bağlarını gevşeten, parçalanmayı hızlandıran bir işlev görüyor.

Bugün artan boşanma oranlarının, evlilik yaşının sürekli yükselmesinin, doğum oranlarının düşmesinin, ahlaki değerlerdeki aşınmanın arkasında bu bireyci anlayışın etkisi var. Çünkü aile kurumunu zayıflatan her şey, doğrudan toplumun da çözülmesine yol açabiliyor.

Üstelik sorun yalnızca Medeni Kanun ile sınırlı kalmayıp yıllar içinde imzalanan uluslararası sözleşmelerle, yapılan yasal değişikliklerle, bu “bireyci” akıl daha da güçlü hale geldi. Her düzenleme, aileyi korumak yerine aile fertlerini birbirinden uzaklaştırıp yeni çatışma alanları doğurdu.

Bugün gençlerin evlilikten kaçması, evlenenlerin hızla boşanması, çocukların anne-babasız büyümesi sadece bir sosyolojik sonuç değil, aynı zamanda hukuki tercihlerimizin de neticesidir. Yani mesele bireysel tercihlerden çok daha büyük. Aslında bu devlet eliyle şekillenen bir toplumsal dönüşümdür.

Soruyorum, aileyi gerçekten korumak istiyor muyuz? Eğer cevabımız “evet” ise, bunu Batı’dan ithal edilen yasalarla yapmamız mümkün değil. Çünkü ithal edilen bu kanunlar, yapısı gereği aileyi değil bireyi esas alıyor. Bizi biz yapan değerlerimizi değil, Batı’nın değerlerini yansıtıyor.

Bizim ihtiyacımız olan şey, kendi kültürümüzün, inancımızın ve tarihimizin yoğurduğu bir aile hukukudur. Aileyi esas alan, aileyi koruyucu, uyumu teşvik edici, çatışmayı değil dayanışmayı öne çıkaran bir hukuk sistemi… Ancak böyle bir sistem, toplumsal yaralarımızı sarabilir.

Bireylerin güçlü olmasının yolu aileden geçer. İnsanı yetiştiren, değerleri aktaran, sevgiyi, merhameti öğreten yer ailedir. Dolayısıyla aileyi ihmal eden, bireyi aileden koparan her düzenleme aslında geleceğimizi, istiklal ve istikbalimizi uçuruma sürüklemektedir.

Medeni Kanun, 99 yıldır hayatımızın içinde. Ama artık şu gerçeği yüksek sesle dile getirmek zorundayız. Bu kanun, bize ait değil. Bu kanun, bizim ruhumuzu, inancımızı, örfümüzü yansıtmıyor. Aksine, bizi biz olmaktan uzaklaştırıyor.

Bugün, aile kurumunun yıprandığını, boşanmaların arttığını, gençlerin evlilikten uzaklaştığını, nüfusun azalmakta olduğunu konuşuyorsak, bunun en büyük sebeplerinden biri de bu kanundur.

99 yıl önce Batı’dan alınan bir kanunla başlatılan bu yolculuk, artık kendi değerlerimize yaslanan yeni bir başlangıçla son bulsun. Bizim kanunlarımız toplumumuzun mayasından beslenmeli, aileyi temel almalı, bireyi aileden koparmak yerine aile içinde değerli kılmalıdır.

Bu mesele, ancak kendi değerlerimizle yazılmış kanunlarla çözülebilir.