• DOLAR 32.449
  • EURO 34.786
  • ALTIN 2442.924
  • ...

Birinci Dünya Savaşı, sonrasında patlak veren İkinci Dünya Savaşı, “Üzerinde güneşin batmadığı” İngiliz imparatorluğunun yorgun düşmesi gibi fiili bir sonuç doğurmuştu.

Bu fiili sonuç, aynı zamanda Amerika`nın vesayet rolünü İngilizlerden çalarak “Küresel vesayet” listesinin birinci sırasına yükselmesine yol açtı. 1945-50`li yılları kapsayan dönem, Amerika`nın “Çete başı” rolünün tescillendiği tarih aralığı oldu.

Suud ailesinin “veli nimeti” İngilizler iken, 1945`de Abdulaziz İbni Suud ile Amerikan başkanı Roosevelt arasında Kızıldeniz`deki Amerikan savaş gemisinde yapılan görüşme, deyim yerindeyse Suud hanedanının “baba evinden” kaçarak Washington`a gelin gitmesiyle sonuçlandı.

Winston Churchill her ne kadar aralarını bozmak için manevralara yeltendiyse de başarılı olamadı.

Kurulduğu 1932 yılından itibaren Arabistan çöllerinde deyim yerindeyse “Deve dikeni” ile kıt kanaat beslenip geçinen Suud krallığı, değerlenmeye başlayan petrol ve Başkan Roosevelt ile petrol üzerinden sağlanan anlaşmayla farklı bir evreye adım atmış oldu.

 İbni Suud ile Roosevelt arasında yapılan anlaşmayla petrol arama ve işleme işi, yeni kurulacak olan ve hisse oranlarının önemli kısmının Yahudi Rockefeller şirketine ait olacağı müstakbel ARAMCO şirketine verilmesi kararlaştırıldı.

Üstelik yapılacak petrol ihracatı da DOLAR üzerinden yapılacaktı. Buna karşın ABD, Suud hanedanının güvenliğini sağlayacak, ordusuna silah ve teçhizat sağlayacaktı.

Özetle; Suudi`nin petrolü artık Amerika`ya emanet edildiği gibi, krallığın güvenliği de artık Amerikan sorumluluğunda idi.

1945`te varılan anlaşmadan bugüne kadar güvenlik ile ilgili yaşanılan her kaygıda Suudi`nin gözlerini diktiği yer hep Washington olmaya başladı ve bu durum krallık için bir gelenek halini alarak bugünlere kadar sarkmış oldu.

Suud hanedanı bu şekilde İngilizler ile Amerikalılar arasında el değiştirirken, benzer bir el değiştirme işi de İsrail cenahında gerçekleşiyordu. 1948 yılındaki kuruluşunu İngilizlere borçlu olan Siyonist çete yapılanması, Amerika`nın dünyada ve Ortadoğu`da “egemen güç” olmasıyla beraber tıpkı Suud hanedanı gibi

Amerika`nın “şefkatli kollarına” rücu ediyordu. Bu süreçte İsrail için de en hayati mesele tabii ki güvenlik endişesiydi ve bu endişeyi Amerika sayesinde aşmaya yelteniyordu.

İkinci dünya savaşından sonra Amerikan dış politikasının odak noktasını oluşturan en önemli cephelerden birisi Ortadoğu denen bölge oluşturuyordu. O zamandan son demlere kadar geçen süreç, jeostratejik / jeopolitik gibi çoklu nedenlerden dolayı Ortadoğu`yu ABD için hep önemli kılmaya devam etti.

Yaşadığımız son demler, süper güçler için jeopolitik merkezlerin önem sırasını değiştirmeye başladı. “Güney Pasifik” bölgesi, artan jeopolitiğiyle ön sıralara çıkmaya başladı.

Amerika da gelecek dönemle ilgili “Güney Pasifik” ağırlıklı yeni bir vizyon oluşturmaya başladı. ABD`nin Güney Pasifik bölgesine yönelik söylemleri, Çin eksenli tehdit dili ortaya çıktı.

Gerekli askeri güç kaydırmaları yapıldı. Pasifik bölgesine yönelen Amerika, aynı zamanda Ortadoğu`yu kendisi için öncelik olmaktan da çıkarmanın işaretlerini vermeye başladı.

Bu gelişmeler Obama döneminde yaşanıyordu ve bu yönüyle “Obama politikası”, Ortadoğu`daki tüm “müttefik” cephelerde endişe oluşturmaya başladı. Ama en büyük endişe ve eleştiri iki ülkeden geliyordu: Suudi ve İsrail!

İkisi de güvenliklerini Washington`a borçlu olmalarından dolayı hem derin endişeye kapıldılar, hem de kapıldıkları endişeler ikiliyi ilk defa açıktan bir araya getirmeye sebep oldu.

Güvenlik endişesi, birçok noktada iki ülkeyi benzer tepkiler vermeye sevk etti. Her iki ülke, yaşanan yerel ve bölgesel bazlı tüm hadiselerde “baskılama ve engelleme” pozisyonuna yöneldi. Birçok ülke, yaşanan bölgesel gelişmelere müdahil olup etkileme, yönlendirme, faydalanma gibi değişik yöntemler denerken, İsrail-Suudi ikilisi hep korku ve endişeden kaynaklı engelleme pozisyonunda kalmayı tercih etti.

Özellikle Suudi`nin yaşadığı endişe, Körfez ve Arap yarımadasının tümünde otoriter bir yaklaşıma yönelmesinde etkili oldu. Olası her gelişmeyi kendi aleyhine dönecekmiş gibi okumaya yöneldi. Mısır`da İhvan hareketine karşı düşmanca duruş sergilemesi, Hamas`a yönelen düşmanlık, Yemen`e sarkan iğrenç

saldırı ve en son Katar`a dönük uygulamanın temelinde buralardaki gelişmelerin krallık düzenine olası olumsuz yansımaları bağlamında değerlendirilerek düşmanca atılımlara yöneldi.

Gerçi Yahudi lobilerinin Trump`u kıskaca almasından sonra Amerikan yönetimi yeniden Ortadoğu`ya dönüş yapmaya başladı. Ancak “Asya Pasifik” bölgesine rağmen bu dönüş hem Amerika`nın yeni vizyonuyla uyuşmamakta, hem de uzun süreli bir garanti oluşturmamaktadır.

Yine de Trump`un geri dönüşünden yararlanarak Suudiler Körfez ve Arap yarımadasında otoriterliğe dayalı “tek sesli” bir düzeni yeniden sağlamanın savaşımına girişmiş bulunmaktadır. Ve attıkları her adımın arkasında ortak endişeleri paylaşan İsrail faktörünün tartışmasız etkisi, katkısı bulunmaktadır.