Yurtsuzluk, Zamansızlık ve Üç Aylar
İktidar olma uğruna insan katletmekte Moğollarla yarışan Batı/Yahudi uygarlığı, aynı zamanda yüz milyonlarca insanı yurtsuz bıraktı.
Tarihte hiç olmadığı kadar çok insan, bu uygarlığın iktidar yolculuğu sırasında çıkardığı savaşlar yüzünden yurdundan oldu.
(Filistin halkı, bu yanıyla aynı zamanda Batı/Yahudi uygarlığının yurdundan ettiği yüz milyonların açık örneği ve simgesidir.)
Dikkatimiz haklı olarak savaşların üzerinde. Ama bir de bu uygarlığın sulh dönemlerinde, sivil amaçlarla yerinden yurdundan ettikleri vardır.
İş bulma umuduyla ülkeler, bölgeler ve şehirler arasında göç, bu uygarlığın insanlığa yaşattığı dramlardan biridir.
Aile boyu kırk yıl değil, neredeyse yüz yıldır İstanbul’da yaşayanlara soruyorum: Nerelisiniz? Sivas, Siirt, Sinop… diyorlar. Peşinden hangi hukuk veya fıkha göre, diye ekliyorum. İstisnasız bütün muhataplarım şaşırıyor. Nasıl yani, diyorlar.
Hangi hukuk ve fıkha göre? Zira bizim fıkhımızda mukim sayılmanın koşulları vardır.
Uygarlığın yazılı olmayan hukuku bunu tanımıyor. Büyükşehirlere göç edenlerimiz, ne büyük şehirli ne de babasının, dedesinin geldiği memleketinden. Aradayız hepimiz, müphemdir bizim yerküredeki yerimiz. Böyle olunca yerkürenin sahibi uygarlığı Avrupalılardan çalan Yahudi oluyor.
Küreselcilik bir yanıyla işte bu herkesin yurtsuz ve yersiz kaldığı bütün dünyaya el koymaya, kürenin sahibi olma iddiasıdır.
Aklımız, mekânda takılı kalıyor. Oysa uygarlığı çalan Yahudi bir de zamansızlıktan söz ediyor, zamanı da müphemleştiriyor.
Zamana sahip olmak, mekâna sahip olmaktan da ötede bir hakimiyet iddiası. Öyle bir tarih anlatımı geliştirdi ki Yahudi tarihçiler ve onların kapıkulları, zamanı kendince çağlara ayırdı, sonra çağların da anlamsızlığından söz etmeye başladı.
Günlerimiz, anneler günü, babalar günü derken bir bir istila edildi. Bütün günlerimiz dolunca aslında bize ait bir gün kalmadı. Hız karşısında zamanı yaşayacak zamanımız da yok.
Yahudi, güne zamana ad veriyor ve insanlık, “Emredersin!” dercesine kabul ediyor. Herhâlde eski Avrupa’nın feodal beylerinden hiçbirinin kapıkulları, efendileri karşısında bu kadar itaatkâr değildi.
Mekândan sonra, zamana da sahip olma iddiası basbayağı bir ilahlık/tanrılık iddiasıdır. İnsanlıkta, Müslümanlardan başka buna hayır/Lâ diyecek bir şuur ve irade yok. Bunu Müslümanlardan başka göze alabilecek bir Allah kulu yok.
Müslüman için mekânın bir anlamı vardır. Her mekânın sahibi Allah’tır. Ama aynı zamanda mekânların nitelikleri ve sahipleri farklıdır. Kimi mekânlar Kudüs misali mukaddestir, bütün insanlığa ve insanlık adına Ümmete aittir. Kimi mekânlar ise belli bir kişinin.
Müslüman, bir mekâna sahip olur ama ona takılıp kalmaz. Onun için Allah’ın arzı geniştir. Lâkin bazı mekânlar, asla unutulamaz, ihmal de edilemez.
Müslümanın bir de takvimi vardır. O takvim, zamanı taksim eder. Müslüman zamanı, zamanın asıl sahibi olan Allah’ın dilediğine göre taksim eder. Bir zamanda yaşar ama o zamana takılıp kalmaz, içinde bulunduğu zamanı, sonraki zamanlar için de yaşar.
İşte Üç Aylar, Müslüman takviminin zamanlarından bir zamandır. Müslüman, her zaman Rabbinden gafil olmamayı ümit eder. Ama kimi zamanlarda ibadete daha çok yoğunlaşır. O yoğun zamanlar, onun diğer zamanlarını da ayarda tutar.
Uygarlık, farklı araçları kullanarak bizi takvimimizden yoksun bıraktı. Takvimimizi sildi ki bu aslında bizim zamandan silinmemiz, zaman içinde hiçleşmemiz anlamına geliyordu. Bu bağlamda takvimimizdeki her belirli zaman etrafında kuşkular uyandırıldı.
Üç Aylar’ı ihya ve onlardaki bazı günleri kabul, bu yanıyla aynı zamanda Batı/Yahudi uygarlığının bize dayattığı hiçliğe bir itirazdır. Ona karşı kimliğimizi yaşama kararlılığıdır.
Bu şuurla Üç Aylarınız mübarek olsun…